Herkesin bir hikâyesi olması gerektiğine inanırım ben. Kendi cümleme benim de itirazım var aslında. Zira herkesin bir hikâyesi var zaten. Sadece bazıları biliniyor, bazıları bilinmiyor. Ya da anlatılan veya anlatılmayanlar var.

Ben bunu biraz şöyle görüyorum. Herkes kendi hikâyesini anlatabiliyor olsa pek çok meseleyi halledeceğiz aslında. Çünkü asıl problemimiz dinleyen birilerini bulamamak gibi geliyor bana ve bunu en geniş anlamda her şey için söylüyorum.

Hikâyesiyle anlatılan şeylerin yok olmadığını, unutulmadığını ve dinlendiğini düşünüyorum. Belki de bunun için anlattığım, söylediğim her şeyin bir hikâyesi olsun istiyorum. Kendim gibi. Bana biri “Kimsin sen?” diye sorsa kimlik bilgilerimi verip de geçmiyorum. O, nüfus dairesinde biri sorarsa vereceğim cevap. Ben kendimi ve kendi hikâyemi anlatmayı tercih ediyorum ve böylesinin daha güzel olduğuna inanıyorum. Zira ve bence; hikâyesi olmayan şey yoktur.

İşte biz işi burada karıştırıyoruz. Her şeyi safi bir bilgiye gömüp öyle anlatmaya çalışıyoruz. Okullarımızda ders anlatılırken sadece kitapları zihnine kazıyacak sanıyoruz öğrencileri ve öyle olurlarsa başarılı olduklarına inanıyoruz. Ya da ne bileyim, birine bir şey söylerken somut delillerle o kişiyi ikna etmek istiyoruz. Ama duygusu da vardı bu işin. Öyle olması gerekirdi ki bence insan öğrendiğini unutur bir gün ama hissettiğini unutmaz. Biri gelir, bir ses duyar; bir isim belki ya da bir koku çok eski zamanlardan bir duyguyu yeniden uyandırır. İşte bence, tam da burada kaçırıyoruz işi. Öğretmek için çırpınıyor ama hissettiremiyoruz. Öyle olunca da geriye yarım, eksik, noksan ve tükenen bir şey kalıyor bize.

Bunun için önemsiyorum hikâyeleri. Çünkü o zaman işin içine hissiyat giriyor ve bir daha çok zor çıkıyor o.

Örnek vereyim…

Bir hikâyem var mesela; bana beklemeyi, özlemeyi ve sevdayı anlatabilen bir hikâyem var. Bizden bir hikâye, bizim hikâyemiz, bir Anadolu hikâyesi, Âşık Ecevit’in hikâyesi…

İlk duyduğumda bana da garip gelmişti ama anlatayım. Ecevit, Sinop Boyabat’ta yaşayan biri. 1974’te Kıbrıs Harekâtı olup bir de zaferle dönülünce o sene doğan erkek çocuklarına Ecevit ismini koyan çok olmuş. O da onlardan biri.

Bir gün Sinop taraflarına bir seyahate giden biri, yol kenarında oturup öylece bekleyen birini görür. Üstü başı perişan hâlde bir adam. Üzerinde kendine büyük bir kaban, başında da bir bere ile öylece oturuyor. Giderken görür, gelirken görür. En son dayanamaz sorar; “Sen kimsin?” der. “Ben Ecevit’im” diye cevap verir. “Peki burada niye duruyorsun Ecevit?” diye sorar bu kez. “Durmuyorum, bekliyorum” der. “Neyi bekliyorsun?” der. “Ayşe’yi” diye cevap verip gider.

Adam sorup soruşturup öğrenir Ecevit’in hikâyesini. Meğer Ecevit köyde bir kıza sevdalanmıştır ama kimseye de bir tek söz etmemiştir. Sevdalandığı kızın adı Ayşe. Bir tek onu düşünür olmuş Ecevit ama Ayşe’yi bir başkasına vermişler. Ecevit de o gün aklını yitirmiş. Gelin alayının peşi sıra gitmiş. Yol ayrımına kadar uzaktan uzağa seyretmiş. Sonra oraya oturmuş, durmuş. Söz vermiş kendi kendine “Sen gelmesen de ben bekleyeceğim.” demiş. İşte o gün bugündür, 25 sene geçmiş ve sözünde durmuş Ecevit. Orada öylece oturup bekliyor.

İşte hikâye budur. Herkes her şeyi unutur ama hikâyesi olan unutulmaz.