7 Ekim 2023’te yeniden alevlenen İsrail-Filistin ihtilafı, dikkatlerin bir kez daha Orta Doğu üzerinde toplanmasını sağladı. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hamas’ın İsrail hedeflerine yönelik saldırısının ne şekilde tanımlanacağı konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bakış açısına bağlı olarak farklı görüşler ileri sürüldü. Kimileri saldırıyı İsrail devletine yönelik terör eylemi olarak kabul ederken kimileri de durumu ulusal kurtuluş mücadelesi, İsrail devlet terörü ve ablukasını yarma girişimi olarak tanımladı.

İsrail-Filistin çatışmasında gerçeklik algısı

Tarihsel kökenleri de dikkate alınarak anlaşmazlık incelendiğinde yapılması gereken ilk tespit şu: İsrail devletinin bugünkü sınırları hukuki (de jure) bir temele dayanmıyor. İsrail’in kontrol ettiği topraklar, kuruluş dönemi ve 1967 savaşında işgal edilen bölgelerden oluşuyor. Dolayısıyla İsrail’in kontrol ettiği topraklar üzerindeki varlığı fiili (de facto) bir durum ve egemenlik hakkını meşru kılmıyor. Bu bakış açısı esas alındığında Hamas’ın eylemi ana vatanın işgaline başkaldırı hüviyetindedir. Öte yandan da kitle iletişim araçları yönlendirmesiyle yaygınlaşan kanaat, İsrail’in toprak bütünlüğüne yönelik saldırı yapıldığı ve bunun meşru bir hükümete yapılan terör saldırısı olduğudur. Dolayısıyla gerçeklik arayışının netleşmesi için meselenin kökenine inilmesi zorunluluk taşıyor.

29 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul edilen kararda, İngiliz mandası sona erdiğinde Filistin’de bir Arap devleti, bir de Yahudi devleti kurulması ve 3 tek tanrılı din tarafından da kutsal kabul edildiği için Kudüs'ün BM tarafından idare edilmesi öngörülmüştü. Bu karar esas alınarak 14 Mayıs 1948’de bir Yahudi devleti kuruldu, ancak Filistin devleti kurulamadı. İsrail, Filistin devleti kurulması öngörülen toprakların bir bölümünü işgal etti ve bu arada Kudüs’ün batısını da ele geçirdi. İsrail, 1967 savaşında işgal ettiği toprakları daha da genişletti ve Kudüs’ün tarihi şehir olarak bilinen doğusunu da denetim altına aldı. Bununla birlikte Filistin topraklarının fiili işgali, İsrail için hukuki bir meşruiyet doğurmuyor. BM Güvelik Konseyi, hem 1967 savaşının ardından kabul edilen 242 sayılı kararında ve hem de 1973 tarihli 338 sayılı kararında “güç kullanılarak toprak ilhakını" meşru kabul etmedi ve İsrail’den 1967 sınırlarına dönmesini ve işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini istedi.

Buyruk hukuk karakteri taşıyan bağlayıcı normlara uymayan İsrail, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İngiltere’nin koruması altında pervasızca temel insan hakları metinlerini, insancıl hukuk olarak da tanımlanan silahlı çatışmalar hukukunu ve soykırım sözleşmelerini ihlal etti. İsrail, buna rağmen bir müeyyide ile karşılaşmazken ABD tarafından kuruluşundan itibaren en yüksek seviyede korunuyor. ABD’nin İsrail politikası, yönetimde hangi parti işbaşında olursa olsun, değişiklik göstermiyor.

AB’nin Filistin politikasının temelleri

Avrupa Birliği (AB) ise İsrail-Filistin çatışmasında daha dengeli bir politika takip ediyor. Ancak Hamas saldırısıyla yeniden tırmanan ihtilafta AB objektiflikten uzaklaştı ve ABD çizgisine savruldu. AB’nin üst düzey yöneticileri İsrail’in kendini savunma hakkından bahsederken Filistin halkının yaşadığı dramı ve İsrail devlet terörünü görmezden geldi. Bu durum, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) döneminden beri AB’nin benimsediği dengeli politikadan sapma anlamına geliyor.

Öte yandan, AB üst yönetiminin Filistin-İsrail çatışması konusunda tek taraflı yaklaşımı kimi üye ülkeler tarafından kıyasıya eleştirildi.

Filistin-İsrail ihtilafı konusunda AB’nin bugüne kadar kabul ettiği kararların temeli AET döneminde alınan 1980 tarihli Venedik Deklarasyonu'na dayanıyor. Bu deklarasyona göre, İsrail-Filistin çatışmasının çözüme kavuşturulması için rehber olacak ilke, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkıdır ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Filistin halkının meşru temsilcisidir. Orta Doğu’daki anlaşmazlığın barışçı bir şekilde çözüme kavuşması ancak Filistin halkının kendi kaderini tayin etmesi sonucunda sağlanabilir. AET Dışişleri Bakanlarının kabul ettiği söz konusu deklarasyon, ilerleyen zamanlarda AB için bir pusula işlevi gördü. AB üye ilkeleri Filistin–İsrail çatışmasında genel olarak bu deklarasyona uyumlu hareket etti ve 1990’lı yıllarda barış sürecini destekledi. AB’nin kabul ettiği tüm bağlayıcı metinlerde genel dengeye itina gösterildi ve iki devletli çözüm savunuldu. Nitekim bu bakış açısının doğal bir yansıması olarak 1991 Madrid görüşmeleri ve ayrıca İsrail ile Filistin arasında 1993 yılında Oslo’da sağlanan mutabakat temelinde imzalanan barış anlaşması da üye ülkelerce desteklendi.

“İsrail’in Yanındayız” açıklaması tepki yarattı

7 Ekim 2023’de yeniden tırmanan çatışmada AB üst yönetiminin İsrail yanlısı tutumu ve açıklamaları AB’nin genel tutumundan sapması anlamına geldi ve büyük tepki topladı. Avrupa Parlamentosu üyesi İrlanda Milletvekili Clara Daly, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in “Avrupa Birliği İsrail’in yanındadır.” açıklamasına tepki gösterdi, AB üst yönetimini “belirlenen ortak dış politikadan sapmak ve başına buyruk hareket etmekle” suçladı. Daly’ye göre “İsrail’in yanındayız.” açıklaması, hiçbir şekilde AB’nin bu konudaki prensipleri ve oybirliğiyle alınan kararlarıyla örtüşmüyor. AB, söz konusu ihtilafta İsrail’den yana değil, barıştan yanadır.

Öte yandan AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell'in sadece Hamas’ı kınayan, İsrail’in kendini savunma hakkından bahseden değerlendirmeleri de AB üyesi devletlerde büyük tepki topladı. Almanya Başbakanı Olaf Scholz'un “Sadece İsrail’in yanında durdukları” şeklinde açıklaması da bir nevi günah çıkarma olarak görülmelidir. Gerçekten de İsrail’in Gazze’de yaşayan sivil halka karşı savaş hukuku kurallarına ve soykırım sözleşmesine aykırılık teşkil eden eylemleri karşısında AB üst yönetiminin tepkileri beklentilerin gerisinde kaldı.

Bu hengame içinde AB tarafından yapılan ilk açıklama, Filistin halkına sağlanan kalkınma yardımlarının askıya alındığı şeklindedir. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra tam tersi yönde açıklama yapıldı ve İsrail bombardımanıyla karşı karşıya kalan sivil halka sağlanan insani yardımın 3 katına çıkartıldığı ifade edildi. 10 Ekim 2023'te AB Dışişleri Bakanları bir bildiri yayımlayarak Hamas’ı terör örgütü olarak tanımladı, saldırı kurbanları ve İsrail halkı ile dayanışma vurgusu yapıldı. Bildiride İsrail’in kendini savunma hakkı olduğu görüşü savunuldu ve rehinelerin serbest bırakılması istendi. Bildiride ayrıca, Mahmud Abbas idaresi ortak olarak tanımlandı. Açıklamada dikkati çekici nokta İsrail’in sivil halka yönelik pervasız saldırganlığının kınanmamasıdır. Tüm bunların ortaya koyduğu gerçek çok net. AB’nin üst yönetimi, İsrail yanlısı bir savrulma yaşadı ve önce İsrail yanlısı açıklamalar yaparken ardından ihtilafın ilk günlerinde unuttuğu iki devletli çözüm seçeneğini telaffuz etti.

Bu arada AB, İsrail’in beynelmilel hukukun tüm normlarına aykırılık teşkil eden cürümlerini ve eylemlerini görmezden geldi; kimyasal silahlar sözleşmesi, silahlı çatışmalar hukuku ve soykırım sözleşmesi mucibince yaptırım gerektiren eylemlerini telaffuz dahi etmedi. AB üst yönetimi tarafından yapılan açıklamalarda süreklilik arz eden husus Hamas’ın kınanması, İsrail’in kendini savunma hakkından bahsedilmesi ve hemen ardından da sivillerin mağduriyetinin giderilmesi çağrısıdır. Tüm bunlar AB’nin İsrail-Filistin çatışmasında derin bir savrulma yaşadığını ortaya koyuyor.

Kaynak: AA

Editör: Haber Merkezi