Türkiye son yıllarda ekonomiyi bir makro veri meselesi olarak değil, siyasal kamplaşmanın ana ekseni olarak yaşadı. Tartışmalar çoğu zaman politik isimler üzerinden yürütüldü, ekonomik modelin kendisi arka planda kaldı. Bu tartışmaların merkezindeki en görünür figür ise Berat Albayrak’tı.
Bugün gelinen noktada, o döneme dair bazı sorular yeniden soruluyor. Neden mi?
Çünkü dönemin bazı kritik verileri, o yılların belki de tartışma gürültüsü içinde fark edilemeyen yönlerine işaret ediyor:
- Enerji alanında dışa bağımlılığı azaltma hedefi doğrultusunda TANAP’ın devreye alınması, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları ve sondaj filolarının güçlendirilmesiyle Türkiye’nin dünya çapında en büyük 4. deniz enerji filosuna ulaşması,
- Küresel kriz, pandemi, Brunson krizi, S-400 yaptırımları, CAATSA baskısı, Halkbank davası gibi olağanüstü dönemlerin (aynı anda üst üste) yönetilmesi,
- İhracatın tarihinin en yüksek seviyelerine doğru tırmanması ve üretim yapan şirketlerin önemli bir bölümünün yurt dışına kaçmadan sistem içinde kalmayı tercih etmesi,
- KDV/ÖTV istisnaları, KGF destekleri yoluyla KOBİ’lerin ve üreticinin finansmana erişiminin kolaylaştırılması,
- Borsaya 5 milyondan fazla yeni yerli yatırımcının girmesi ve sermaye piyasalarının tabana yayılması,
- Yerli enerji modelinde petrol ve gaz arama yatırımlarının ivme kazanması, Karadeniz gazının keşfine giden sürecin kurumlaştırılması,
- Türkiye Varlık Fonu’nun yeniden yapılandırılması ve stratejik sektörlerde yerli konsolidasyonun amaçlanması.
Elbette hiçbir dönem kusursuz değildir. Eleştirilecek kararlar, tartışılması gereken süreçler mutlaka vardır. Ancak toplumda şu sorunun artık daha fazla dillendirildiği görülüyor:
“O dönem duygular ve siyasal kampanya dili içinde eleştirdiğimiz bazı hamlelerin stratejik değeri, bugün daha mı görünür hâle geliyor?”
Belki de asıl soru şudur:
Türkiye, ekonomide bağımsız politika denediğinde, her seferinde aynı toplumsal gerilim ortaya çıkıyor olabilir mi?
Bugün bazı iş dünyası temsilcileri ve piyasa aktörleri şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Belki iletişim dili sertti, belki piyasalarla tansiyon yüksekti ama enerji ve üretim merkezli bir ekonomi okuması, bugün yeniden stratejik önem kazanmış görünüyor.”
Bu tartışma kişi merkezli değil, model merkezli bir zemine çekilmelidir.
Çünkü belki de yaşanan şey şudur:
Türkiye, 60 yıldır kendisine biçilen ekonomik rolü ilk kez reddetmeye çalışırken mücadele hem içeride hem dışarıda verildi. Bu nedenle sonuçların sosyolojik okuması, günlük tartışmaların ötesinde yapılmalıdır.
O hâlde soru hâlâ masadadır:
Acaba Berat Albayrak’ın kıymetini bilemedik mi, yoksa ancak şimdi anlamaya mı başlıyoruz?
Belki kesin cevap yıllar sonra verilecek. Ama bugün yapılması gereken bellidir:
Ekonomi tartışmasını kişilerden çıkarıp, Türkiye’nin bağımsız ekonomik model arayışını konuşmak.
/////////////
ORTAKÖY’Ü KİM BU HÂLE GETİRDİ?
İstanbul… Boğaz’ın kalbi, medeniyetin yüzü… Ve Ortaköy: Bir yanında ihtişamlı Ortaköy Camii, diğer yanında Boğaz Köprüsü, arkada asırlık bir hafıza… Fakat biz ne yaptık? Bu manzarayı dünyanın en çirkin şehir tasarımlarından birine dönüştürdük: Üst üste yığılmış tenteler, yağ kokusuna bulanmış derme çatma kumpir kabinleri, kartpostal olması gereken silueti örten plastik bir duvar…
Dün Hukukçu Mücahit Birinci’nin twitter’da yazdığı; “Cami ve deniz manzarasını kapatan kumpirciler kaldırılmalı” çıkışını okurken, “hah” dedim.. Sonunda biri çıkıp şu tespiti yaptı!.. Çünkü mesele bir yiyecek tartışması değil, şehir aklı meselesidir. Bu yazı kumpire karşı bir yazı değildir. Bu yazı İstanbul’un kıymetini bilmeyen anlayışa karşıdır.
Dünyanın büyük medeniyet şehirlerine bakın:
Paris, Eyfel veya Notre Dame siluetini plastik tezgâhlara teslim etmez.
Roma, Kolezyum’un etrafını buharlı mısır arabasıyla çevirtmez.
Kudüs, Eski Şehir’in o kadim dokusunu dondurma büfesi estetiğine kurban etmez.
Bizde ise Ortaköy’de cami–deniz–köprü bütünlüğü, folyo kaplı patates tezgâhlarıyla örtülmüş durumda. Bir şehrin hafızası böyle mi korunur? İstanbul’un en değerli görüntüsü, yağ lekesi ve kamp sandalyesi estetiğine mi teslim edilir?
Kim verdi bu kararı?
Kim onayladı?
Bu masaya kim imza attı?
Esnaf kazansın, elbette kazansın. Şehrin ruhu esnafla yaşar. Ama İstanbul’un Boğaz manzarası bile bile yok edilemez. Ortaköy, bir “patates barı koridoru” olamaz. Kumpir satılacaksa satılsın; ama düzenli, geride, silueti bozmayan bir noktada satılsın.
Bu mesele estetik bir mesele değildir; bu mesele medeniyet iddiası meselesidir. Devlet sadece sınırları korumaz, şehrin ruhunu da korur. İstanbul, plastik tabelalarla kapatılacak bir coğrafya değildir.
O yüzden bu çağrıyı kayda geçiriyorum:
Bir şehir düşünün ki, camisini ve denizini görmek için kumpir tezgâhlarını aşmanız gerekiyor. Böyle bir şehir yönetimi kader olamaz.
Mücahit Birinci haklıdır: O alan açılmalıdır. Ve Ortaköy yeniden dünyanın kartpostalı hâline gelmelidir.
İstanbul, İstanbul gibi yaşamalıdır.
//////////////////////
DÜZENSİZLİK ÇAĞINDA TÜRK UFKU
Sadece Bir Kitap Değil, Bir İddianın İlanıdır
MHP Genel Başkan Yardımcısı İsmail Özdemir, dünyanın yangın yerine döndüğü bir dönemde, Türk milletine tarihi bir hatırlatma yapıyor:
Kaos büyüyor, emperyal akıl yeniden plan kuruyor, ama Türkiye artık masada değil, masayı kuran güçtür.
Terör, vekalet savaşları, enerji kapışmaları, göç dalgaları, siber saldırılar…
Bu çağın adı bellidir: Düzensizlik Çağı.
Ve böyle bir çağda bu milletin ufku yalnızca haritayla çizilmez;
Ufkumuz üç kıtanın kaderine, iki denizin rotasına, mazlum coğrafyaların umuduna uzanır.
Özdemir’in eseri, bir tespit değil, bir hükümdür:
- Türk devleti edilgen değil, belirleyici aktördür.
- Coğrafya bizi sınırlamaz; sorumluluk bizi büyütür.
- Dünya çökerken Türkiye yalnız kendisi için değil, insanlık için direnmek zorundadır.
Bu kitap şunu söylüyor:
Yeni dünya ya kurulacak ya kurulacak…
Türk milleti o masada başköşede olacaktır.
Kutlu olsun.
Selam olsun Türk ufkunu daraltmak isteyenlere meydan okuyanlara.