Araştırma ve bilime hedef lazım

Abone Ol

Önümüzde hayati bir seçim; gündemimizde ise, bilim ve kalkınma ilişkisi var. Üniversiteyi ve bilimi terennüm etmeyen siyasilerin vaatlerinin içinin boş kalacağı ve temelsiz olduğu belli.

Son günlerde Erasmus vesilesi ile Çek Cumhuriyeti’nde ve Almanya’da bulundum. Almanya’da A. Humbuld bursu ile değişik zamanlarda iki yıl kadar bir süre ile araştırma çalışmaları yapmıştım. Yolumuz üniversitelere uğrayınca ister istemez ülkenin gücünü üniversitelerden/bilimden ve araştırmadan aldığı konusu gündeminizi işgal ediyor. Bizim ise, bu alanı ne kadar boş bıraktığımız belli oluyor.

Bizde kimya, biyoloji ve fizik bölümleri bir bir kapanırken, Almanya en seçkin öğrencilerini bu alana yönlendiriyor. Temel bilimler, dolayısıyla bilimsiz kalkınma SOS veriyor. Bir ilaç firmasında binlerce hatta on binlerce doktoralı Ar-Ge personeli çalışıyor. Almanya’nın teknolojide güçlü olmasının arkasında işte bu doktoralı eleman ordusu var.

Eğitim siste­minde, araştırmanın arkasında felsefe olmayınca düşünce üretilemiyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde İla­hiyat fakültelerine bakıyorsun, ne fizik var ne matematik. Mühendisliğe geliyorsun ve yahut da sayısal bölümlere bakıyorsun burada mantık yok, felsefe de yok. Mantık, felsefe verilmeyince genç ayağı üzerinde duramıyor. İnsan, önce ayakları üzerinde durmayı öğrenecek. Mesela Karl Popper fizikçidir, mühendisliği ve fiziği bırakıyor. Bilim Felsefesi ile uğra­şıyor. İlahiyatçılarda mantık dersi var, felsefe dersi de var. Ama bu defa mühendislikte bilimin felsefesi verilmeyince mantar gibi mühendis yetişiyor.

Farabi kitabı­na Besmeleyle başlıyor, İbn-i Sina ve diğerleri de öyle. Bediüzzaman da besmele ile başlıyor. Sözler kitabı 1. Söz, besmelenin sırrı üzerine. 1000 yıllık bir medrese geleneğimiz var. Koskoca imparatorluklar kurulmuş. Bu okullardan binlerce âlim ve arif insanlar yetişmiş.

Bediüzzaman, medrese tecrübesini ve geleneğini yeniden diriltmek istiyor. Onun için projesinin adını “Medresetüzzehra” koymuş. Bediüzzaman, eğitimde sorgulamayı (tahkik ve tefekkürü) esas alan “düşünceyi” diriltmeyi hedefleyen projesini hayata geçirmek için her vesileyi kullanmıştı.

Bediüzzaman, bilimi ateizm ve materyalizmin tahakkümünden kurtarmak için bir metot geliştirdi: Fen ve dini bilimlerin “mezcedileceği/birlikte okutulacağı” ispata dayalı metodunun adına “manayı harfi” dedi. Bediüzzaman bu projesinin tahakkukunu geride kalanlara vasiyet bıraktı.

).

Batıdan ithal seküler bilim bize niçin uygun gelmedi?

Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlak da Allah’a bağlıyor. Ahlak yerine “etik” denilmektedir. Hâlbuki etik denilen şeyin mana ile alakası yok. Ma­neviyatı ve ahlakı dışlamak için etik denilmiştir. Mesela prag­matizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının ismi “Charles Sanders Peirce” diyor ki; “doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur”. Onun temsilcisi, John Dewey Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’ye getirtilmişti. Eğitim sistemimiz üzerine rapor veriyor. Verdiği raporda şunları söylüyor: “Medrese sistemi dünyanın en iyi eğitim sistemi aslında. Bu sistemi kaldırmanıza gerek yok, çağdaş hale getirin”. John Dewey’in teklifi dikkate alınmadı. John Dewey, dünyanın o zaman en büyük üç eğitim felsefecilerinden birisi.

İşte bakın, Batı felsefesini aynı ile alırsak, menfaate dayalı sistem ortaya çıkar.

Batının sömürü düzeninin aleti olursunuz. Tüketici toplum olmaktan kurtulamazsınız. Kapitalist sistem sizi içten çürütür. Çünkü, Batı medeniyeti dünyevilik ve materyalizm üzerine kuruludur. Fazilet yerine menfaati, hak yerine kuvveti esas alır.

Fazilet üzerine olan kendi eğitim modelimizi ve felsefemizi oluşturmakla işe başlamalıyız.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve YÖK’ün eğitimin felsefesine dair bu tür konularla uğraştığını gördünüz mü? Öğrencilere, öncelikle kendi iyi-güzel-doğru fikrimizi aktarmamız gerekiyor. Bunun için de, ilim, irfan, hikmet sütunları üzerine yükselecek bir eğitim sisteminin kurulması şart. Eğitimin “kızıl elması” olacak.

Önceki yazılarımda eğitimin kızıl elması konusunu ele almıştım. Şimdi ise üniversite reformuna esas olacak dönüşümlere dikkat çekmek istiyorum.

Üniversiteleri en yeni bilgi ve tecrübeleri taraflarla paylaşarak üniversiteleri uzman düşünüşün, derin bilginin merkezi haline getireceğiz. Böylece üniversiteleri kalkınmanın ve gelişmenin motoru yapacağız.

Öncelikle bilimsel araştırmaları hedefsizlikten ve amaçsızlıktan kurtaracağız. Bilim ve araştırma politikası demek, toplumdan kopuk vaziyette sürdürülen doktora ve yüksek lisans gibi tüm araştırma faaliyetleri, sanayinin gerçek hedeflerine, kalkınma önceliklerine yöneltilmesidir. Bu gerçeği en başta da yüksek bürokrasi idrak edecek; aydınlarımızın ve basınımızın gündeminde yer alacak.

Öncelikle sulandırılmış doktora çalışmalarına, ucuzlatılmış ve kolaylaştırılmış profesörlüğe, iyice yozlaşmış bilim ahlakına çözüm sunacak bir gerçek bir reforma, liyakat ve kalite kriterlerini hâkim kılacak dönüşüme ihtiyacımız var.

YÖK konusu gündeme geldiğinde söylediklerimiz hep aynı oluyor.

Çünkü: YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin üniversiteleri kışlalaştırmak isteyen mantığının bir ürünüydü. YÖK, aynı zamanda bir anayasa sorunu.

YÖK’ü 12 Eylül Anayasası’nın 130. ve 131. maddeleri şekillendiriyor. Bu maddelerle üniversiteler toplumun denetimi dışına çıkararak YÖK’e bırakıyor. O halde Anayasanın ilgili iki maddesini lağvetmeden sorunu çözmek mümkün görünmüyor.

Peki yerine ne konacak? AB referanslı Avrupa referanslı çıkışlar bizi aldatıp duruyor. Çözüm milli ve yerli olacak. AB’nin Bologna ve Berlin deklarasyonları, OECD’nin üniversitelerin özerkliğini tanımlayan kriterleri aşacak ve içine alacak. Kendi milli üniversitemizi kuracağız.

Avrupa’nın ilk üniversiteleri binalarıyla, doktora düzenleriyle, bilimsel dallarıyla Selçuklu medreseleri taklit edilerek kuruldu. Oksfort (Oxford) Üniversitesi bunlardan birisi. Şu andaki Amerika’daki mastır ve doktora sistemi büyük ölçüde medrese sistemini andırıyor. Merhum Oktay Sinanoğlu Batıdaki lisansüstü eğitimin medrese sistemine göre yapılandırıldığını dile getirir, delilleri ile sunar.

Üniversite reformundan beklenen, YÖK”e yüksek öğretimle ilgili politikalar oluşturan, genel hedefler belirleyen, araştırmalar yapan ve yüksek öğretim kurumlarına ve halka ışık tutan bir üst kuruluş haline getirecek bir vizyon yüklenmesidir. YÖK’e yüklenecek misyon; Yüksek Öğretim konularında genel çerçeve oluşturmak ve kurumlar arasında koordinasyon sağlamak olacaktır. Ta ki üniversitelerin kendi özgünlüğü ve farklılığı içinde büyüme yolu kapanmasın.

Bilindiği gibi, her şeyi ayrıntıları ile izah eden kurallarla dolu karmaşık sistem suistimalleriönleyememekte, sadece doğru çalışanların işini zorlaştırmaktadır.

Yeni yapılanmada amaç, üniversitelerin birbirinin kopyası cılız birimler halinde kalmasının önüne geçmek olmalıdır. Üniversiteleri çok daha etkin verimli, esnek ve dinamik hale getirecek özerk ve özgür bir yapı, sistemi suistimal edecek olanlara göre değil işini düzgün yapacak olanlara göre tasarlamaktan geçer. Suistimal edebilecek küçük bir azınlık için de caydırıcı hükümler içermelidir. Bunun için hazırlayacağımız çözüm paketi, evrensel geçerliliği olan esasları ortaya koymalıdır. Ancak detayları kurumlara bırakmalıdır. Böylece, üniversitelerin birbirlerinin farklı uygulamalarını öğrenmelerine imkân verilmeli ve bir rekabet ortamı oluşmalıdır. Tek tipçilik yerine çoğulculuk esas olmalıdır.

Hızla değişen Dünyada dinamik ortama uyum sağlayabilecek esnek bir sistem ve değişime açık ve değişik uygulamalara fırsat verecek bir yapıyı gerekli kılmaktadır. Bunun için yeni yapılanmalarda, gelişim ancak rekabet ortamında olur ve rekabet de değişik yaklaşımlarla mümkün olur gerçeği rehber olmaktadır. Aksi halde bugün yapılan kurallar kısa bir süre sonra ayak bağı olacak ve verim düşecektir.

Öyle bir yasa ve esaslar getireceğiz ki üniversite öncelikle yerel sorunlarla uğraşacak, kendi insanına hizmeti esas alacak. Öyle bir yapılanma olacak ki üniversite, bulunduğu yörenin kültürü, edebiyatı, sanat ve iktisadı ile iç içe olacak. Evet bilim evrenseldir ama sonuçları millidir.

Üniversitemizin uluslararası bilime de katkısı olacak.

Ancak, daha en temel bilgilerin bile halka mal olmadığı, çoğu şeyin taklit teknolojilere dayandığı ülkemizde sadece bilimsel yayın yapmayı ve özellikle yabancı dilde yayın yapmayı esas haline getirmek Türkiye’nin bilimsel gücünü dışarının taşeronu haline getirmek demektir. Mevcut YÖK sisteminin Batı’nın taşeronu gibi çalıştığını idrak edip uykudan uyanacağız.

Nasıl yapacağız bunu? Bu asli görevlerin ifa edilmesi, halkın da söz sahibi olacağı halkın temsilcilerinin denetleyeceği mekanizma ve sistemlerle hayata geçirebiliriz. Her ile üniversite kuruyoruz ama o ilin ileri gelenlerine (vali, belediye başkanı, milli eğitim müdürü vd), meslek ve iş dünyasının temsilcilerine üniversitede etki ve yetki vermiyoruz. Bu yanlış uygulama kaldırılacak. Rektörleri mahallin ve sanayinin gerçek temsilcilerinin yer aldığı mütevelli heyetleri eli ile olacak. Böylece üniversiteyi iş ve meslek dünyasına, sanat ve kültür alemine bağlamış olacağız. Böylece en önemli bir adımı atmış olacağız.

YÖK hâlâ hocalara ders başına para vererek, onları bir lise öğretmeni seviyesinde gördüğünü belli ediyor.

Hâlbuki şöyle azıcık kafamızı kaldırıp dünyanın bu işi nasıl yaptığına baksak bizim ne denli bir yanlışlığın içinde olduğumuzu görebiliriz. Doktora-mastır yaptıran her araştırmacı hoca, aldığı fonların bir kısmı öğrencileri “destekler”. Onların yeme, içme, ve ders paralarını o fondan karşılar. Bu fonlarda müthiş paralar döner, ve o fonları almak için bir yarış meydana gelir. Bilimsel makalelere bakınız, çoğu zaman “bu araştırma, fon no ile (bir sayı) ile desteklenmiştir” gibi bir ibare içerirler. Asistanlık sisteminin kaldırılıp bu projelerle desteklenir hale gelmesi gerekir. Onun yanında araştırma asistanlığı ile öğretim asistanlığının ayrılmasına ihtiyaç var. Bugün hocalar sınavlardan ve derslerden başını alamamakta, sınav kâğıdı okumakla vaktini öldürmektedir.

Böyle bir sistem kurarsanız hocaların hepsi de araştırma ile uğraşmak zorunda kalacaktır.

O takdirde proje yapamayan araştırma ile uğraşmayan hoca öğrenci bulamayacaktır. Kendini üniversiteden izole etmek durumunda hissedecektir. İşte size çalışanla çalışmayanı ayırdetmek için gerçek bir ölçüt!

Tabii ki bu paraların dosya yayınlarına, sadece terfi için makale yazmaya gitmesini istemiyorsa devlet oturup araştırma hedeflerini ortaya koyacaktır.

Bu durumda hangi bilim dalının ne kadar para alacağını belirleyen devlet olacağı için “bilim dünyasına kendi stratejik ihtiyaçları ışığında yön verebilir. O musluğu değil, ötekini açar, bakarsınız ülkenin önceliği ve ihtiyacı olan bilim dalı coşar, öteki yerinde sayar.

Bunlar görüldüğü gibi hep bir “seçim” ve tercihten ibarettir.

Bu seçimi yapacak olan da tabi amatörler değildir. “Yetkin” bilim adamları ülkenin sanayi-kalkınma temsilcileri ile bir araya gelerek bilim-araştırma politikaları oluşturacaklardır.

Siyasilerimiz parayı bastırınca teknolojiyi satın alırız anlayışından vazgeçmedikçe, teknoloji transferi yoluyla, lisans ve patent satın alma anlayışı ile ülkenin gerçek anlamda ileri gitmesi mümkün değildir. Türkiye’yi teknoloji, askeri teçhizat ve sınai donanım konusunda başka devletlere bağımlı halden kurtarmanın yolu ısrarla takip edilen ve doğru bir şekilde belirlenmiş bilim ve araştırma politikalarıdır.

Evet, nereye gittiğini bilmeyen bir kaptan için hiçbir rüzgârın faydası yoktur.

Bizim ne yaptığımız değil, ne işe yaradığı önemlidir. Uygulamaya dönüşmeyen bilginin önemi yoktur.

Bilim siyaseti ve araştırma önceliklerini belirlerken öncelikle dışarıdan aldıklarımızı içeride üretmenin yollarına bakacağız. Bilim politikası demek kalkınmada planlamanın esas alınması ve işlerimizin bilimin sağlam temellerine göre yürütülmesi demektir; liyakat ve kalitenin esas alınması, işlerimize siyaset ve ideolojinin değil, objektif kriterlerin hâkim olması demektir. Toplumdan kopuk vaziyette sürdürülen doktora ve yüksek lisans gibi tüm araştırma faaliyetlerini, sanayinin gerçek hedeflerine, kalkınma önceliklerine ancak bilim politikası ve Ar-Ge hedefleri oluşturduğumuzda, yöneltebiliriz.

TÜBİTAK bünyesinde yer alan ‘Bilim teknoloji Yüksek Kurulu’ tarafından bilim politikaları sözde oluşturuluyor olabilir. Ama kamuoyunu, üniversiteleri ve o kurulun bağlı bulunduğu Başbakanlığı bile bağlayıcı hükümler bulunmayınca alınan kararlar, yansımasız ve yankısız kâğıt üzerinde kalmaktadır.

Bir kere daha belirtelim ki üniversite – sanayi işbirliğinin oluşması için ülkemiz, kendi içindeki ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak ortaya konması, bunların hayata geçirileceği anlamı taşımamaktadır. Elbette ki var olan politikanın gereklerinin, sistemsel bir yaklaşım, süreklilik, siyasi ya da toplumun ilgili bütün tabakalarına mal edilebilmiş bir kararlılık içinde ve tam bir bütün halinde hayata geçirilebiliyor muyuz? Önemli olan budur. Bunu da ancak ilgili mekanizmaları kurarak sağlayabiliriz.