Aynı ülkede mi yaşıyoruz?

Abone Ol

Ekonomik göstergeler sadece rakamlardan ibaret değildir; aslında onlar bir ülkenin vicdanının aynasıdır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, bir toplumun ruhunu en çok yaralayan, derinlerde biriken sessiz çığlıklardır. Bugün Türkiye’de de en yakıcı meselelerden biri, her gün biraz daha büyüyen ekonomik eşitsizliktir.

Bir yanda markette en ucuz yağın peşinde koşan, kira parasını nasıl ödeyeceğini düşünen, her ayın sonunda borç içinde nefes almaya çalışan milyonlar var. Diğer yanda ise milletin temsilcisi sıfatıyla koltuklarda oturan, yüksek maaşları ve ayrıcalıklarıyla bu gerçeklikten kopmuş bir zümre… Bu manzarayı gördüğümüzde vicdanımıza şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz: Aynı ülkede mi yaşıyoruz?

Bugün bir asgari ücretlinin maaşı, kiraya ve faturalara gittiğinde geriye ancak temel gıda masraflarına yetecek kadar kalıyor. Çocuğuna süt alamayan, mutfağına et girmeyen, yaz tatilini unutmuş, bayramda memleketine bile gidemeyen bir kesimden söz ediyoruz. Bu insanların yanında, milletvekillerinin on binlerce lirayı aşan maaşlarını, ödeneklerini, harcırahlarını düşündüğümüzde ortaya çıkan tablo, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlâkî bir uçurum.

Milletin vekili, halkın hâlini yaşamak, onun yükünü omuzlamak için vardır. Oysa bugün siyasî elitler, toplumun büyük çoğunluğundan bambaşka bir ekonomik dünyada yaşıyor. Asgari ücretlinin maaşıyla bir vekilin maaşı arasında onlarca kat fark varken, “temsil” kavramı bir hayale dönüşüyor.

Türkiye’de vergi yükü de adaletsizliğin bir başka yüzünü gösteriyor. Dolaylı vergilerin oranı çok yüksek; yani tüketim üzerinden alınan KDV ve ÖTV gibi vergiler, fakirle zengini aynı kefeye koyuyor. Bir asgari ücretli marketten ekmek alırken de vergi ödüyor, milyon dolarlık arabasına yakıt alan zengin de… Ama bu yük, dar gelirlinin sırtını çok daha fazla eziyor. Çünkü gelirinin neredeyse tamamı tüketime giden emekçi, maaşını harcadığı her an vergi ödemek zorunda.

Öte yandan büyük sermaye sahipleri için türlü muafiyetler, teşvikler, kolaylıklar sunuluyor. Vergi adaletsizliği, toplumsal güveni zedeliyor ve devletin vicdanî meşruiyetini sorgulatıyor. Çünkü vatandaş, ödediği vergilerin karşılığını adil bir şekilde alamadığında kendini sahipsiz hissediyor.

Ekonomik eşitsizlik sadece bireylerin mutfağını boşaltmıyor; aynı zamanda toplumun geleceğini de karartıyor. Bugün gençlerin önemli bir kısmı yurt dışında yaşamanın yollarını arıyorsa, bunun temel nedeni bu eşitsizliktir. Bir kesim hayallerini küçültmek zorunda kalırken, bir başka kesim ayrıcalıklarla yükseliyor. Bu dengesizlik, uzun vadede sosyal barışı ve toplumsal dayanışmayı tehdit ediyor.

İnsanlar, alın terinin karşılığını alamazsa umudunu kaybeder. Umudunu kaybeden toplum ise geleceğe güvenle bakamaz. Ekonomik uçurum derinleştikçe, kutuplaşma, öfke ve güvensizlik artar. Bu da demokrasiyi temelden sarsar.

Bu tablo kader değildir. Gelir dağılımında adalet sağlanabilir, sosyal devlet mekanizmaları güçlendirilebilir. Bunun için samimi bir irade ve vicdanî bir sorumluluk gerekir. Öncelikle siyasilerin maaşları, emekçinin maaşıyla kıyaslanabilir seviyelere çekilmelidir. Siyaset, bir meslek değil, bir hizmet alanı olmalıdır.

Vergi adaleti yeniden sağlanmalı, zenginle fakirin aynı oranda yük taşımadığı bir sistem inşa edilmelidir. Ayrıca sosyal yardımlar sadece geçici çözümler değil, insan onurunu koruyan kalıcı politikalarla desteklenmelidir. Eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerin ücretsiz ve nitelikli şekilde sunulması, eşitsizliği azaltmanın en etkili yoludur. Bugün karşımızdaki en büyük tehlike, toplumun vicdanında derinleşen “adaletsizlik” hissidir. Çünkü adaletin olmadığı yerde ne ekonomi kalıcı olur, ne siyaset güvenilir, ne de toplum huzurlu.