Türkiye, terörsüz bir gelecek istiyor.
Ama bu hedefin önündeki en büyük engel bazen dağda değil, aynı cephede yürüdüğünü söyleyenler arasındadır.
Selahattin Demirtaş, yıllardır siyasetin diliyle çözüm arıyor. Barıştan, demokratik siyasetten, silahsız bir Türkiye’den yana tavır koyuyor. Hatta Öcalan’ın da içinde olduğu bir süreci destekliyor.
Fakat Öcalan, bütün iyi niyetine rağmen, Demirtaş’ın o denklemin içinde olmasına tahammül edemiyor.
İmralı’dan yansıyan mesajlar bu gerilimi açık ediyor: Demirtaş’ın popülerliği, Öcalan’ın kurduğu hiyerarşiyi zorluyor.
Biri siyaseti, diğeri otoriteyi önceliyor.
Biri barışın toplumdan yükseleceğine inanıyor, diğeri merkezden yönetilmesi gerektiğini düşünüyor.
Sonuçta aynı kelimeyi söylüyorlar: “Barış.”
Ama farklı bir alfabe kullanıyorlar.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, ne Kandil’in talimatı ne de İmralı’nın gölgesi.
Bu ülke artık kendi barışını kendi kuracak güce sahiptir.
Terörsüz Türkiye, artık bir pazarlık masasında değil; milletin iradesinde yazılıdır.
**********************************************************
Gazze…
Artık bir şehirden öte, insanlığın suskunluğunu ölçen bir aynadır.
Orada her gün yıkılan evler, yalnızca Filistinlilerin değil, dünyanın onurunun da enkazıdır.
Ve şimdi, Türkiye o enkazın altına sıkışan vicdanı kaldırmak için harekete geçiyor.
Türk askeri Gazze’ye gidiyorsa, bu yalnız bir sevkiyat değildir.
Bu, tarihin geri dönüşüdür.
Ecdadın Kudüs’te bıraktığı emanete yeniden sahip çıkıştır.
Yüz yıl sonra bir milletin, “Ben hâlâ buradayım” deyişidir.
Bir asker gidecek belki…
Ama o askerin omuzunda bir milletin duası, bir çocuğun umudu, bir annenin gözyaşı var.
O adımlar, sadece kumun üzerinde değil, insanlığın kalbinde iz bırakacak.
Batı dünyası, Gazze’deki zulmü sessizlikle ödüllendirirken;
Türkiye susmamayı, görmezden gelmemeyi seçti.
Çünkü biz biliriz:
Sessiz kalmak, zalimin yanında saf tutmaktır.
Bu millet, tarih boyunca hep mazlumun yanında durdu.
Balkan’da yetimin, Halep’te dulların, Somali’de açların elini tuttu.
Şimdi sıra Gazze’dedir.
Ve bu defa yardım tırları değil, vicdanın askerleri gidiyor.
Belki kimi ülkeler bu adımı “riskli” bulacak…
Ama bazen risk almak, insan kalmanın tek yoludur.
Çünkü Gazze’de yanan ateş, artık hepimizin yüreğine düşmüştür.
Bu adım, bir savaşın değil; bir uyanışın işaretidir.
Bu kez Türkiye, sadece diplomasi değil, vicdanın öncülüğünü üstleniyor.
Ve tarih bir kez daha tanık olacak:
Mazlumu korumak için yürüyenlerin üniforması, yine Türk bayrağının renklerini taşıyor.
*************************************************************************
Nobel Barış Ödülü Maria Corina’ya: Batı’nın Vicdanı mı, Çifte Standardı mı?
Nobel Barış Ödülü bu yıl Venezuela muhalefet lideri María Corina Machado’ya verildi. Kâğıt üzerinde “demokrasi mücadelesine verilen” bir ödül gibi görünse de, aslında bu karar Batı’nın yeni bir jeopolitik mesajıdır.
Evet, Machado cesur bir isimdir. Maduro rejiminin baskısına rağmen mücadele etmiş, ülkesinde özgürlük talebini diri tutmuştur. Bu yönüyle saygıyı hak eder.
Ama mesele onun cesaretinden ziyade, Nobel Komitesi’nin niyetidir. Çünkü aynı ödül, Gazze’de katliam sürerken, Sudan yanarken, Yemen unutulmuşken veriliyor. Yani Batı’nın “barış” tanımı, yine kendi çıkar haritasıyla sınırlı.
Alfred Nobel, bu ödülü kurarken insanlığa bir borcunu ödemek istemişti.
Ama bugün Komite, barışı değil, politik tercihi ödüllendiriyor.
Bir gün Ukrayna liderine, ertesi yıl Venezuela muhalefetine…
Peki ya gerçek barış savunucuları? Onların adı neden hiç duyulmuyor?
Maria Corina belki bu ödülü hak etti — ama ödül artık kendi anlamını çoktan kaybetti.
Bugün Nobel madalyası, barışın değil, Batı’nın ahlaki üstünlük iddiasının sembolüdür.
Ve bu yüzden, ödül her kimde olursa olsun, Alfred Nobel’in kemikleri bir kez daha sızlıyor.