Bastonla çizilen sınırların çok bilinen hikâyesi

Abone Ol

Ortadoğu’nun ayarlarını bozan iki olay var: Birincisi Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilişi, ikincisi ise İsrail devletinin kuruluşu. Tüm dünya bu iki olayın gerçekleşmesi için var gücüyle çaba göstermiş sanki. Hz. Ömer’in fethederek İslâm’a kazandırdığı topraklar bastıkça kan damlayan topraklar hâline nasıl geldi? Osmanlı barışı içinde yüzyıllar boyunca tek bir kişinin burnu kanamadan mamur edilen kentler nasıl yıkımın, çatışmanın merkezi oldu? İngiliz tarihçi James Barr, “Kırmızı Çizgi: Paylaşılamayan Toprakların Yakın Tarihi” kitabıyla bu sorulara cevap aramıyor ama cevap veriyor.

Öncelikle kitabın Türkçe ismiyle ilgili bir eleştirim olacak. Kitabın orijinal ismi “A Line in the Sand: Britain, France and the Struggle that Shaped the Middle East“ yani “Kumda Bir Çizgi: İngiltere, Fransa ve Ortadoğu'yu Şekillendiren Mücadele”

İkinci kısımda bir sorun yok ancak “Kumda Bir Çizgi” yerine “Kımızı Çizgi” ifadesi konunun ve içeride anlatılanların tüm derinliğine darbe vurmuş. Bu kitap özelinde “Kumda Bir Çizgi” dediğiniz zaman aklınıza şu ikili gelmeli: Britanya ve Fransa. Çünkü öyle bir sömürgecilik faaliyeti yürüttüler ki buradan kazandıkları kanlı para hâlâ kasalarına girmeye devam ediyor. Şunu demek istiyorum: Kuma çizgiyi bastonla çizdiniz. Bundan faydalanan asla devlet olamayacak aşiret türü topluluklar devletçilik oynama şansı elde etti. Elbette amaç o gruplara hak ettikleri devleti vermek değil onları uzaktan kontrol etmekti. Buradan hareketle “Kırmızı Çizgi” derken önemli bir şeyden bahsediyor, o şeyin altını çiziyor oluruz. Bu ifade bir sınır belirtir ama aynı zamanda çok ileri gitmemeyi de anlatır. Belki kırmızıdan kasıt kandır ama o da orijinaline göre çok zorlama olur.

Buradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçti

Tam manasıyla bir Ortadoğu kitabı ve aynı zamanda o coğrafyanın makûs talihini okuyoruz. Bu topraklarda sırları çözülememiş bir taraf yok fakat öyle yoğun acılar yaşandı ki yaz yaz bitmiyor. Bir de bunları yaşayanları, bundan ötürü ölenleri düşünün. Geleceği çalınmış çocukları da unutmayın. İşin içinde Batılı güçler olunca sadece güç mücadelesi değil haksızlık, hukuksuzluk ve hile de var demektir. Uzun bacaklı İngiliz’in geçtiği yerlerde neler olduğunu bilmeyen yoktur diye düşünüyorum.

Yazar, iki büyük savaş arasında olup bitenleri iki devletin mücadelesi olarak anlatmış fakat bundan Türkiye de dâhil olmak üzere onlarca devletin etkilendiğini unutmamak gerekiyor. Kitapta İsrail bağımsız bir devlet yapılana kadar hazırlanan ortam ve bölgede yaşananlar ele alınıyor. Aynı ittifakın iki; hatta üç üyesinin konu petrol ve diğer sömürü kalemleri olunca nasıl bencilce ve acımasızca hareket ettiğini görüyoruz. 1948’e yani bağımsız İsrail’e uzanan süreçte de zaten bunu yakinen teşhis ettik. Barr, üzerinde çok durmamış ancak Yahudi devletinin varlığının İngilizler için zaruri hal aldığını söylemek gerekiyor. Çünkü bitmek tükenmek bilmeyen istekleriyle ve topraklarındaki varlıklarıyla Yahudiler İngilizler için büyük yüktü. Keşke tarihi başka türlü yazmak mümkün olsaydı insanlık İsrail kaynaklı bunca acıyı yaşamasaydı. Öte yandan iki nehir arası hariç hiçbir planın siyonistler tarafından kabul görmeyeceğini de biliyorum.

İngiltere ve Fransa arasındaki rekabet Arap-İsrail çatışmasını körüklemiş, masum pek çok insanın kanının dökülmesine sebebiyet vermiştir. İngiltere’nin Ortadoğu’da Fransız emellerine engel olabilmek için siyonistleri kullanması Araplar ve Yahudiler arasındaki gerilimin tırmanmasına yol açmıştır. Ayrıca iç savaşları bu pencereden görmek daha doğru olur. Temelinde ırk ve din farkı olmayan grupların gerek mezhep gerekse de aile aidiyetleri nedeniyle araları açılmış, bölge insanı dışarıdan uzanan eller vasıtasıyla çatışmaların aleviyle yakılmıştır.

Ev sahipleri misafir oldu

Tüm gelişmeler bizi Sykes-Picot Antlaşması’na götürüyor. 1916 tarihli anlaşma Ortadoğu’ya yeni bir nizam vermek için kapalı kapılar arkasında imzalanmıştır. Anlaşmayla Osmanlı toprakları lime lime edildi ve yerine merkezi otoriteye bağlı olmayan sınırları doğal yollarla çizilmemiş devletler kuruldu. Başlarına da daha önce söz verildiği gibi kendileriyle işbirliği yapan aşiret reisleri oturtuldu. Bundan sonra işler daha kolay olacaktı. Yönetim o ailelerin tekelinde kalacak ve insan hakları ya da demokrasi gibi Batı’nın kendi topraklarında titizlendiği kavramlar çöllerde unutulup gidecekti. Ayrıca yönetimi manevi hisleri yüksek birilerine vermek ya da onlara şans tanımak tüm kazanımları yok edebilirdi. O zaman Osmanlı’nın sistematik bir biçimde bölgeden çıkarılması ve sonunda yerine kendilerine benzeyen bir devlet kurulmasının bir anlamı olmayacaktı. İslâm dünyası olarak yaşadığımız sorunları ve çektiğimiz acıları bu planlara bağlayabiliriz.

Filistin toprakları Yahudi teröristlerin silahlandırıldığı ve yerli halkın üzerine öylece salındığı bir saha oluvermişti. Asıl toprak sahipleri kendilerine ait bu yerlerde yabancı konumuna getiriliyor ve çoğunluktan azınlığa düşürülüyordu. İngilizlerin de Fransızların da kendi çıkarları dışında hareket eden hiçbir grubu desteklemediğini söyleyebiliriz. Fransızların amacı mevcut İngiliz kazanımlarını, İngilizlerin amacı da mevcut Fransız kazanımlarını sonlandırmaktı. Fakat ortak bir noktada buluşmaları gerekiyordu ki bu da paylaşımla mümkün olacaktı.

Kitapta dönemin önemli aktörlerinden Winston Churchill, Charles de Gaulle, Harry Truman, Lloyd George gibi isimlerden çokça bahsediliyor. Bu isimler Batılıların Ortadoğu üzerinde verdikleri güç mücadelesini anlamamıza yardımcı oluyor ama aynı zamanda Fransızların hırsını, İngilizlerin çıkarcılığını ve Amerikalıların açgözlülüğünü de örneklerle gösteriyor.

Musul sorunu Musul elimizden alınarak çözüldü

Sorunların temeline inersek karşımıza neler neler çıkar fakat yazarın anlatımı tüm okları İngiliz Mark Sykes ve Fransız George Picot’ya çeviriyor. Bu ikilinin hazırladığı anlaşma Osmanlı’nın yıkılmasını ve hâkimiyeti altındaki toprakların bölünmesini öngörüyordu. Lloyd George dikkat çekici bir isim ve öyle böyle bir Türk düşmanı değil. Hedefi Osmanlı’nın yok olup gitmesiydi. Tek sorun o topraklarda kimin olacağıydı. İngiliz politikacının uykularını kaçıran da buydu. Esasında Sykes-Picot onun istediği gibi bir anlaşma değildi. İngilizler her zamanki kibirli bakışla Osmanlı’yı tek başlarına “hakladıklarını” düşünüyor, Fransızlara bir paye vermek istemiyordu. Lloyd George, Osmanlı dağılma sürecine girdiğinde ve bizim için tatsız son kaçınılmaz olduğunda bu anlaşmadan caymayı dahi düşündü ancak yapamadı. Onun için Musul çok önemliydi. Musul demek petrol demekti. Bu kara sıvı ileride daha da değerlenecekti. İngilizlerin bölgede varlıklarını sürdürmeleri bu nedenle gerekliydi. Musul’un 3 Kasım 1918’de işgal edilmesi süreci başlattı. Bizim Musul’u kaybedişimiz ayrı bir tartışma konusu. Batılıların ve özellikle İngilizlerin Musul’a verdiği değeri biz veremedik. Tersi olsaydı belki biraz daha direnebilirdik. Bazı konuları “Araplar bize ihanet etti” tekerlemesinden kurtulmadan anlamak ve anlatmak çok zor gerçekten.

Amerikalıların da mümbit petrol sahalarından uzaklaşmayacağı anlaşılmıştı. Bu da petrole bir ortak daha demekti. Winston Churchill, binlerce kilometre uzaktan gelen ABD’nin payını almadan rahat edemeyeceğini çok iyi biliyordu. Yazar, bu kısımda Amerika’nın Irak petrollerinden payını alınca İngiltere ve Fransa arasında yaşanan sorunların bir anda buharlaştığını hatırlatıyor ve Musul sorununun 1926’da çözüldüğünü söylüyor. Kitapta Amerikan, İngiliz ve Fransız petrol şirketlerinin birbirlerinin canını acıtmadan ama Türkiye’yi epey kanatarak bir anlaşmaya vardığını görüyoruz. Yüzyıllarca egemenliğimiz altında kalan Musul, petrolleriyle birlikte başkalarının eline geçmişti. James Barr, burayı o kadar düz geçmiş ki özellikle Türkiye’nin haklarına dair bir şeyler arayıp bulmak mümkün olmadı.

Yukarıda her olayın İsrail devletinin kurulması için bir kilometre taşı olduğunu yazmıştım. Gerçekten de tüm olaylar bu amaca hizmet etmiş. Bu noktada yazar bizi 1933’e götürüyor ve Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelişini örnek gösteriyor. Hitler’in iktidara gelişiyle Almanya’daki Yahudi yerleşimcilerin Filistin topraklarına göç etmesine izin verildiğini belirtiyor oysa Hitler o sırada tek bir Yahudi öldürmüş değildi. Bu da Filistin’deki demografinin ve sosyolojinin değişmesine, bölgedeki karışıklıkların daha da artmasına zemin hazırlamıştır. Filistin topraklarını aşama aşama kendilerine yurt yapan gizli ve sinsi Yahudi politikalarının hedefe ulaşabilmek için kan dökmeyi meşru saydığı yılların günümüzden pek bir farkı yok. Yahudiler şimdi de kendilerince emirle bildirilmiş hakikatlere ulaşmak için gereken her şeyi yapıyor.

Muhakkak gerek Türkiye’den gerekse de diğer İslâm ülkelerinden çok değerli araştırmacı ve yazarlar özellikle kanla sulanan Ortadoğu hakkında kitaplar kaleme alıyor ve çok çok önemli tarihsel gerçeklikleri ortaya koyuyor. Ancak Batı dünyasından çıkan isimlerin Osmanlı’nın yıkılmasından sonra bu coğrafyada dökülen kanları yazması bambaşka. Bu nedenle yabancı; özellikle de Batılı yazarların bu konuda yazdığı kitaplar daha fazla dikkatimi çekiyor. Eksiklerine rağmen bu kitap ve yazar da onlardan biri.