Beyaz Balina’dan beyaz ekmeğe bir Moby Dick alegorisi

Abone Ol

Fatih Akın’ın filmografisindeki yeni bir dönüm noktasını işaret eden en dikkat çekici filmlerinden biri olan, prömiyerini Cannes Film Festivali'nde yapan Amrum, nihayet vizyonda. Akın’ın yıllardır işlediği göç, kültür çatışması ve şiddet sarmalı gibi daha politik hikâyelerden sıyrılan film; İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerini, Kuzey Almanya’da bulunan, küçük ve izole bir adada sıkışıp kalan bir çocuğun gözünden aktaran, lirik ve acı bir büyüme anlatısı.

Amrum’un senaryosu, Fatih Akın'ın 2017 yapımı In the Fade filmini de kaleme alan usta isim Hark Bohm imzasını taşıyor. Bohm, anlatıyı, çözülemeyen iç çatışmalar ve karmaşık hesaplaşmalarla örülmüş bir aile ortamında büyüyen küçük Nanning karakteri üzerine kuruyor. Rejim yanlısı annesi, aykırı teyzesi ve kuzenleriyle birlikte, Nazi bayrağının hala dalgalandığı izole bir evde yaşayan küçük Nanning, erzak kıtlığı ve korkunun gölgesinde bir çocukluk deneyimlemek ve kendi iç dünyasını inşa etmek zorundadır. Savaşta olan babasının yokluğunda, temel motivasyonu annesi ile ilgilenmek olan Nanning; yetişkinlerin -çoğunlukla siyasi gerekçelerle- içe kapalı ilişkileri ve adanın kasvetli atmosferi yüzünden dış dünyaya uyum sağlayamamaktadır. Sadece annesinin canı çektiği için, bulunması çok zor olan tereyağlı, ballı beyaz ekmeği aramaya girişen küçük çocuğun yaşadığı maceralar ve karşılaştığı zorluklar etrafında örülen hikâyede bu masum arayış, salt kişisel bir istek olmaktan çıkar; kıtlığın ahlakını, doğanın acımasız yasalarını, toplumsal baskıyı ve bir çocuğun ailesine karşı hissettiği sorumluluğu yansıtan bir yolculuğa dönüşür.

Herman Melville'in Moby Dick romanına göndermeleriyle tematik bir derinlik kazanan Amrum’da küçük Hermann, Hitler’i Kaptan Ahab’a, Almanya’yı da Ahab’ın gemisi olan Pequod’a benzetir. Ancak bunun da ötesinde; tıpkı Kaptan Ahab'ın beyaz balinayı takıntılı bir şekilde kovalaması gibi, küçük Nanning de saplantılı bir şekilde, savaş koşullarında erişilmesi neredeyse imkânsız olan beyaz ekmeğin peşinden gider. Tereyağlı, ballı beyaz ekmek, Nanning için sadece bir besin kaynağı değil, aynı zamanda masumiyetin, geçmiş refahın ve annesi için duyduğu sorumluluğun sembolü hâline gelir. Bu nedenle, filmin arayış hikâyesi, Moby Dick’teki insan–doğa mücadelesinin modern ve duygusal bir izdüşümü olarak yorumlanabilir. Ancak burada düşman, devasa bir balina yerine, savaşın yarattığı imkânsız yokluktur.

Oyuncu kadrosu, Amrum’un minimal ve içe dönük atmosferini taşıyan en güçlü bileşenlerden biri olarak öne çıkıyor. Filmin dramatik yükünü neredeyse tek başına yüklenen çocuk oyuncu Jasper Billerbeck, mimik ve jestlerindeki değişimleriyle, duygu geçişlerdeki bakışlarıyla, konuşmaktan çok susmasıyla büyük bir performans ortaya koyuyor. Billerbeck’in, ne dramı abartan bir teatral oyunculuğa ne de amatör bir masumiyet numarasına düşmeden sergilediği bu dengeli oyunculuk, âdeta bir ‘Bergman çocuğu’ izlenimi yaratıyor. Nanning'in arkadaşı rolündeki Kian Köppke, annesi Laura Tonke, teyzesi Hanna Hilsdorf ve agresif çiftçi rolündeki Diane Kruger’in doğal ve sahici katkıları da başroldeki Billerbeck'in performansını destekler nitelikte.

Filmin sinametografisi; Independence Day, The Jackal, The Chronicles of Narnia: Prince Caspian, Underworld: Blood Wars ve ünlü fizikçi Neil deGrasse Tyson’ın sunduğu bilim serisi Cosmos: Possible Worlds gibi dev projelerde görüntü yönetmeni olarak görev yapan usta sinemacı Karl Walter Lindenlaub imzasını taşıyor. Savaşın dehşetini doğrudan göstermek yerine, dolaylı yollarla ve mesafeli bir gözlem aracılığıyla aktarmayı tercih eden bir diğer yapım olan, Jonathan Glazer imzalı, 2023 yapımı The Zone of Interest’tekine benzer bir sinematografiye sahip olan Amrum’da da mekânın baskınlığı, izole edilmişlik ön plana çıkarken duygusal sıcaklıktan uzak, soğuk ve mesafeli bir ton kullanılmış. Doğal ışıktan yoğun bir şekilde yararlanan Lindenlaub, gerek yakın çekimlerle gerekse de geniş planlarla, Amrum’un sisli sabahlarını, dalgaların kumsalda bıraktığı izleri, rüzgârla savrulan çimenleri, doğadaki minik canlıların habitatını, ev içlerindeki loş ama baskıcı atmosferi büyük bir hassasiyetle çerçeveliyor. Böylelikle, şiirsel bir şekilde vurguladığı ada coğrafyasını âdeta Nanning’in iç dünyasının dışavurumu hâline getiriyor. Çoğunlukla çocuğun göz seviyesinde, onun duygularına temas eden bir sadelikle hareket eden kamera, filmi hem şiirsel hem de kasvetli bir gerçekçiliğe taşıyor. Oluşturulan bu görsel şiirsellik ve gerçekçilik, en az görüntü yönetimi kadar başarılı bir prodüksiyon tasarımıyla tamamlanıyor. 1945 yılının, bir Kuzey Denizi adasındaki ekonomik yoksunluk ve kıtlık, tarihi hassasiyetle yeniden inşa edilirken kullanılan her bir dekorun, kostüm ve nesnenin, dönemin çaresizliğini gerçekçi bir şekilde yansıttığının altını çizmek gerekir. Adanın ıssızlığı, evlerin kül rengi atmosferi, steril ama iç boğucu mekan düzeni, filmin ruhuna birebir hizmet ediyor.

Yönetmenin, hikâyeyi salt çocuğun bakış açısıyla sınırlaması, yetişkinlerin iç dünyalarının bilinçli olarak gölgede bırakılmasına neden olmuş. Bu tercih, dramatik bütünlüğü zayıflatırken ve hikâyenin duygusal yoğunluğunu tek bir perspektife hapsediyor. Akın'ın önceki yapıtlarında hissedilen daha politik, daha dışa dönük enerjinin burada fazlasıyla törpülendiği; dramatik enerjisinin bazı yerlerde dağıldığı, özellikle ebeveyn figürlerinin motivasyonlarının yeterince derinleşmediği hissediliyor. Bunun dışında bir diğer eleştirilmesi gereken nokta da filmin altyazı çeviri sorunları. Diyalogların az olduğu, ancak çok anlam taşıdığı böylesi bir filmde gözlemlenen bu tercüme problemi, maalesef izleyicinin insicamını bozacak seviyede. Annenin erkek kardeşi olduğu açıkça belli olan bir karakterin sürekli olarak ‘amca’ şeklinde çevrilmesi, anlam karmaşası yaratıyor. Ayrıca 150 yılı aşkın süredir okunan kült roman Moby Dick’e gönderme yapılırken, başkahraman Kaptan Ahab’ın, ‘Yüzbaşı Ahab’ olarak çevrilmesi kabul edilemez bir hatadır. (İngilizce ‘captain’ kelimesi hem ‘kaptan’ hem de ‘yüzbaşı’ anlamlarını karşılamaktadır). Ne Moby Dick askeri bir romandır ne de Ahab bir subaydır!

Ezcümle; Amrum, Fatih Akın’ın filmografisinde en rafine ve en hassas eserlerinden biri olarak konumlanıyor. Küçük bir hikâyeyi büyük bir görsel zenginlikle anlatan, ritmi zaman zaman ağır olsa da ruhu ince işlenen filmdeki gerçekçi prodüksiyon tasarımı ve estetize görüntü yönetimi, Billerbeck'in doğal performansıyla birleşince son dönemin en dikkat çekici işlerinden biri ortaya çıkmış. Savaşın travmasını büyük ve gürültülü çatışmalar yerine, küçük bir çocuğun sessiz mücadelesi üzerinden anlatarak güçlü bir etki bırakan Amrum, sinemanın gücünün büyük patlamalarda değil bazen küçük titreşimlerde saklı olduğunu; ıssız olanın ada değil, aslında insanlık olduğunu hatırlatıyor izleyiciye. Filmin finalinde Amrum’dan ayrılırlarken Nanning’in, arkadaşı Hermann’a “artık görüşemeyeceğiz, evi satıyoruz” demesine rağmen annesi Hille, “tekrar döneceğiz” diyerek şunun altını çiziyor: Faşizm, unutulmuş önyargıların gölgesinde pusuda bekleyen bir hayalettir…