Bir öğreten, bir bilen, bir bilinen

Abone Ol

Felsefi yaklaşımda “bilgi” kavramı, bilen bir özne ile bilinen bir nesnenin arasındaki ilişkiyi yansıtmaktadır. Bu bağlamda insan zihninin bilgi edinimi de aslında bu bir bilenin ve bir bilinenin iç içe geçmiş karşılıklı ilişki sistematiği üzerine kurulan bir süreci yansıtmaktadır. Böylece nesnenin varlık gösterebilmesi için öznesi olması gerekir, özne yani insan ise ancak bildiği kadarıyla özneleşir.

Daha berrak bir dil ile bu cümlemi ifade edecek olursam, insan ancak duyumsadığı, algıladığı, kurguladığı, tasarladığı ve kavradığı kısaca çevresinde bulunan ve kendisine “özne” rolünü atfeden gerçekliklerin ayrımına varabildiği düzeyde kendisi olabilir yani bilgiyi sahiplenir. Hemen burada önemli bir soru sorulması gerekiyor. Peki insanın gerçekliğin bilincine varabilmesine olanak sağlayan nedir? Sahi bilginin kaynağı nedir?

İnsanın gerçekliğin sonsuz dünyasında ilerlerken farkındalık edinimi akıl, duyumlar, algılar, tasarım, kurgular yahut zihinde bütünleşen kavramlar üzerinden şekillenebilir. Burada “akıl” rolüne ayrı bir parantez açmak istiyorum. Rasyonalizm bilginin hakiki kaynağının akıl olduğunu öne süren ve kuramsal altyapısının ilk örnekleri antik çağ felsefesindeki Elea felsefe okulunun düşünce dünyası etrafında şekillenen akımdır. Peki bilginin kaynağı akıl ise, aklın kaynağı nedir? Elealılar ile başlayan ardından 19. ve 20. yüzyıl Avrupa’sının kıta felsefesinde etkisini sürdüren rasyonalizm akımı bu sorunun cevabını Kartezyen Düalizm yaklaşımının üzerinden vermeye çalışır.

René Descartes tarafından ortaya atılan kartezyen ruh yaklaşımına göre insan zihni, insan vücudunun dışında varlık gösterebilir ancak insan vücudu kendi başına böyle bir işlevi yerine getirmekten yoksundur. Yani bilginin kaynağı akıl, insan aklının temeli de insanın zihnidir. Bu doğru mudur? Nitekim Descartes’in metafizik fikirlerini benimsemesine rağmen Nicholas Malebranche, insan aklının dolayısı ile bilginin kaynağının ilahi olduğunu söyleyerek bu noktada ince bir ayrıma değinmiştir.

Ancak günümüzün modern toplumlarında kabul gören sav Descartes’in Kartezyen Düalizm yaklaşımı olmuş, Malebranche tarafından keskin olmayan hatlarla çizilen ayrım gözden kaybolmuştur. Böylece akıl ve zihin, Batının düşünce sistematiği ve haliyle de iktisadi dünyasında bilginin kaynağının tayin edilmesinde başat aktör olagelmiş, tabir-i caizse akıl ve zihin putlaştırılmıştır.

Bahsettiğim bu görüşlerden İslâm’ın akla önem vermediği şeklinde bir önerme çıkarıyorsanız yanlışsınız demektir. Zira İslâm, akla büyük önem atfeder. Yaratılanlar içerisinde sadece insan Allah’a karşı sorumludur. Çünkü akıl sahibidir. Varlıkların en şereflisi olması bundandır. Zira bize aklımızı bahşeden Allah’tır. Aklın üzerinde ancak Allah’ın varlığı ve birliği vardır. Böylece aklın üstünlüğü Allah’ın insanlara hitaben ilettiği prensipler noktasında söz konusu olacaktır. İnsan Allah’ın emir ve yasaklarını düşünüp araştırdığında gerçeği bulacak, bilgiye erişecektir.

De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu! (Zümer,39/9).