Hayatımızın neredeyse her anına sirayet eden telefonlar, yalnızca bilgi kaynağı değil, aynı zamanda zihnimizi tüketen bir gürültü unsuru haline geldi. Ekranlarımızdan üzerimize yağan bildirimler, mesajlar, e-postalar… Her biri sanki dünyanın en acil meselesiymiş gibi bize sunuluyor. Oysa çoğu zaman, parmağımızın ucunda beliren bu “önemli” görünen işlerin büyük kısmı birkaç dakika, hatta birkaç saat bekleyebilir.
Bu hızlı tüketim çağında asıl kaybettiğimiz şey, sessizliğin ve dinginliğin kıymetidir. İnsanın zihni, tıpkı bir toprak gibi dinlenmeye muhtaçtır. Nadasa bırakılmayan bir toprağın nasıl çoraklaşması kaçınılmazsa, sürekli bildirimlerin, görsellerin ve haberlerin istilasına uğrayan bir zihnin de körelmesi kaçınılmazdır. Bugün pek çok insanın en büyük sıkıntısı, aslında kendi iç sesini duyamamasıdır. Çünkü dijital gürültü, kalabalık bir pazar yeri gibi, içimizdeki sükûtu bastırıyor.
Oysa ara sıra telefonu kapatmak, ekranı bir kenara bırakmak, hatta internet bağlantısını kesmek büyük bir lüks değil; aksine ruh sağlığımız için bir zaruret. Sessizlik, yalnızca kulaklarımızın duymaması değil, kalbimizin ve zihnimizin huzur bulmasıdır. İnsan, kendi içine döndüğünde, Rabbini daha derinden hisseder. Belki de bu yüzden tasavvuf ehli, yalnızlıkta ve sessizlikte kemale ermenin yollarını aramıştır.
Teknoloji, şüphesiz ki hayatımızı kolaylaştıran büyük bir nimet. Fakat nimet, doğru kullanılmadığında insana yük olur. Öyleyse bize düşen, teknolojiyi hayatımızın efendisi değil, hizmetkârı kılmaktır. Çünkü asıl özgürlük, sürekli bağlı olmakta değil; gerektiğinde kopabilmekte gizlidir.
Bugün kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Biz mi telefonlarımızı yönetiyoruz, yoksa telefonlarımız mı bizi?