Adamın birisi sorup duruyormuş. “Kimim ben, bu hal neyin nesi?” deyip sorularına cevap arıyormuş. Her nasılsa, bir türlü tatmin edici cevap bulamıyormuş aradığı sorulara. Birçoğu bu sorulara dudak büküp geçiştiriyormuş. Ya da boş ve anlamsız gözlerle dinlemişler. Yahut da dinliyor görünmüşler. Çünkü onlara göre anlamlı sorular değilmiş. Kimisine göre ise bunlar düşünmeye bile değmezmiş.
Nihayet günün birinde uzak bir beldeye uğramış yolu adamın. Aynı soruları oradaki insanlara yöneltmiş. Yine bilindik sorularını yöneltmiş onlara: Varlığın sırrı nedir? Tabiatta bu olup biten faaliyetler ve güzellikler karşısında bize düşen görev var mıdır?
O civarda dağda yalnız başına yaşayan birisini tavsiye etmişler. “Senin sorularına verse verse o cevap verir” demişler. Adam yola koyulmuş ve o garip kişiyi bulmuş. Aynı soruları sormuş.
İhtiyar, bir süre sakalını ovuşturmuş ve ona bir kaşık dolusu su vermiş. “Hadi” demiş. “Şimdi git, şu kulübemin önündeki alanda iki tur at, yalnız bu kaşıktan bir damla yere dökmemeye dikkat et. Cevabını geldiğinde veririm.”
Adam pür dikkat… İçi su dolu kaşıkla bahçeyi dolaşmaya başlamış. “Aman ha, sakın ha” diyormuş sürekli kendine. Gerçekten de kaşıktaki suyu hiç eksiltmeden geri dönmüş. “İşte geldim, bak bakalım eksilme var mı? Suyu dökmemek için çok dikkat ettim.”
O garip insan, bu kez “Hadi, şimdi tekrar kulübenin önündeki bahçeye git ve orada neler var? Gördüklerini bana anlat” demiş. Adam bahçeyi bir uçtan öbür uca gezmiş; neler görmüş neler! Emsalini daha önce görmediği envai çeşit bitkiler, çeşit çeşit meyve ağaçları, türlü türlü çiçekler; değişik kuşlar, uçuşan kelebekler, az ileride aşağıda hafif hafif esen rüzgarla salınan ve dalgalanan ekinler, her tarafta eşsiz bir ahenk ve armoni…
Önceki turunda bu muhteşem güzelliği, büyüleyici manzarayı ve insanı mest eden havayı fark edemediğine şaşırmış kalmış.
Döndükten sonra gördüklerini tek tek anlatmış. Adamı sonuna kadar dinleyen garip insan şu ibretli sözleri söylemiş:
“Ya sadece küçücük bir damla için ömrümüzü heba ederiz, sermayemiz olan ömrümüzü boş yere tüketiriz ya da her şeyde, her olaydaki güzellikleri, hikmetleri fark ederek yaşarız. Önemli olan varlığın kendilerini değil, onların bizlere aksettirdikleri manalarıdır.”
Şöyle sürdürmüş konuşmasını: “Her şey bir ibret levhası, hakikat habercisi olarak yaratılmıştır insan için. Rabbimizden gelen mektuplardır. Bizi tefekküre çağırır. Düşünmeye davet eder. Çoğu insan doğru bakışa sahip olmadığından sahte bir benliğin esiri olarak, bir kaşık suya o koca dünyasını hasreder ve ömrünü faydasız tüketir. Kâinatın bir kitap gibi okunması gerektiğinin farkında olmadan yaşar. Sırları çözülmek üzere gönderilen imtihan soruları ile çevrili olduğunu göremezler. Öyleyse varlığın sırrı, bu bakışlarımızda ve niyetlerimizde gizlidir evlat.”
Ve eklemiş: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim, halkı bilinmem için yarattım. Böylece kendimi onlara tanıttım, onlar da beni tanıdılar, bildiler.” İlahi hitap ve hakikatinden gafil yaşarlar.
***
Konuya böyle bir hikâye ile giriş yapmamın sebebi, insanın bakış açısı ile şekillendiği gerçeğine dikkat çekmekti. Bu alanda var olan deneysel sonuçları gündeme getirmekti. .
Tefekkür ve niyetlerimiz artık fen bilimlerinin de konusu haline geldi. Günahlarımızın ölçülebilirliği de. Kuantum göstermektedir ki, varlık ve içindekiler isteğimize-niyetlerimize cevap verecek bir matris düzeneği şeklinde yaratılmışlar.
İtibarlı bilimsel kuruluşlarda şuurun tabiatı üzerine yürütülen önemli boyutlardaki araştırmalar düşüncelerin etkileme kapasitesini göstermektedir. Bu deliller insan düşünce ve niyetlerinin dünyamızı değiştirmeye dair aynı zamanda fiziksel “bir şey” olduğunu ortaya koymaktadır. Taşıdığımız her düşünce değişime sebep olabilen bir tür enerjidir.*
Princeton Üniversitesi, Princeton Engineering Anomalies Research (PEAR) laboratuvarlarında Robert Jahn ve meslektaşı Brenda Dune birlikte bir araştırma programı yürüttüler.
Bu çalışma çok farklı araştırmacılar insan niyetinin canlı sistemleri (bakteriler, su yosunları, bitler, civcivler, fareler, kediler ve köpekler…) etkileyebildiğini gösteriyordu.
Bir kısım insanlar üzerinde yürütülmüş bu deneyler alıcının birçok biyolojik süreçlerini, kalpteki, gözlerdeki, beyindeki ve solunum sistemindeki büyük motor hareketlerde dahil olmak üzere etkilerini ortaya koymaktadır.
Kuantum bilimi ile daha açık görüyoruz ki kâinat ve uzay boşluğu boş olmayıp, “canlı” bir yapıya sahip ve her şey her şeyle birbirine bir “alan” içinde bağlı bulunuyor. İnsanların zihni ve düşünceleri de kâinat ve içindekilerden bağımsız değil. Bakış ve niyetimizin enerji dünyasına ve parçacıklar âlemine etki etmekte; düzenleyici ve inşa edici etki göstermektedir.
Kuantum teorisine göre bir tanecik hem bir yerde, hem bir bölge içinde her yerde olabiliyor. Bir tanecik hem bir yerde hem başka yerlerde nasıl olabilir? Atomun dünyası Kuantum teorisi ile açıklanmaktadır. Kuantum aslında başka bir uzay ve dünyanın keşfedilmiş olmasıdır.
Madde-zihin bağlantısının ortaya çıkması ile düşüncenin ve niyetlerin varlığı etkileme özelliği anlaşıldı. Bu buluşlar, insanın kâinat içindeki konumunu ve yaratılış gayesinin daha iyi anlayabiliyoruz.
Başına şuur takılan insan, bir kitap gibi tanzim edilen kâinatı okuyacak ve anlamaya çalışacaktı. Hem kendisinin hem de kâinatın sırlarını bir bir çözerek, Yaratanı ve yaratılış vazifesini bilecekti. Böylece ilk nazil olan ayetin, Kuranın ilk emri olan “Oku’nun’’ bir sırrı tezahür edecekti.
*Lynne Mc Taggart’ın Niyet Deneyi- Düşüncelerinizi Kullanarak Hayatınızı Ve Dünyayı Değiştirmek” adlı kitabında niyetin gücü anlatılmaktadır.
Kuantumun en şaşırtıcı yanlarından birisi gözlemcinin-insanın kendisinin de olayın bir parçası haline gelmesiydi. Atom fiziği, işin içine insan şuur ve düşüncesine yer vermeden kâinat hakkında konuşamayacağımızı açık bir biçimde ortaya koymuştu. “Çift yarık deneyi” atom parçacıklarının aynı zamanda “dalga” yapısında olduğunu gösteren bir buluştu.
Düşüncenin madde üzerine etkisini ortaya koyan birçok gözlemler bulunur. En çok bilinenlerden birisi de Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun su üzerine yaptığı deneylerdir.
Japon bilim adamı Emotonun çalışmasında somut delillerle niyet ve duyguların, kelimelerin, fikir ve müziğin, ibadet ve duaların, hatta son yaptığı çalışmalarda suya oynatılan filmlerin dahi suyun moleküler düzenini etkilediğini ortaya koydu. Emoto görsel anlamda bu moleküler değişimi belgelemektedir. Su damlacıklarını dondurup mikroskop altında inceliyor. Suyun kristal düzen ve yapısı bize çok şeyler anlatıyor.
Takdir ve sevgi gören, dua edilen su daha güzel ve doğru/düzgün kristal desenleri oluşturmaktadır. Hâlbuki kin nefret ve aşağılama sözleri dinletilen su örnekleri, bozulmuş yapılar ortaya koymaktadır.
Japon Emoto gibi araştırmacıların su üzerindeki çalışmaları da göstermektedir ki; kin, nefret haset duyguları ve inançsızlık “kurulu ilahi düzen” üzerinde yıkıcı-bozucu etki göstermektedir. Haset, düşmanlık, kin, kıskançlık, riya-gösteriş vd. menfi duygu ve fiiller günah addedilmesinin bir sebebi bu olabilir.
Dikkat edelim ki günah addedilen yanlış duygu ve düşüncelerle; sadece kendi küçük dünyamızı değil, etrafımızda da yıkıcı etkilere sebep olmaktayız.
Her şey bizim evrene bakış açımızla ilgili olduğuna göre, bizim görüş mesafemiz ve ufkumuz ne kadar Hakka yönelik ve doğru istikamette ise, güzellikler hem kendi âlemimize ve çevremize yansıyacaktır.
Eğitimde esas olanın öğrencilere olumlu ve doğru bir bakış açısı kazandırmak ve büyük idealler vermek, onları kuşatıcı niyetlere sahip kılmak olduğu Kuantum gerçekleri ile daha iyi anlaşılmaktadır.
Niyet ve inanç eğitimi
Beyinde bir şeye niyet etmekle onu yapmanın aynı olduğunu deneyler gösteriyor. Bir inanç taşıyorsanız o doğrultuda atom ve ışın-ruh dünyasına (Kuantum Evren) enerji yayıyorsunuz, yaydığınız bu düşünce de hayatınıza yansıyor.
Öğrenilenler inanca dönüşmemişse, sizin bilginiz kendinize de, etrafınıza da etki yapmayacaktır. Bunun için asıl olan bilginin amele dönüşmesi, hayata yansıması, içselleşmesidir. Öğrenilenler “inanca” dönüşmemişse, himmet ve gayretinizi, içtenliğinizi artırmamışsa verilen eğitim “boş” bir çaba halini alacaktır.
Olumlu düşünme, bilinçaltı zihnimizin yönlendirebilme yeteneğini “hak ve hayır” yönünde kullanmakla iyi ve güzel şeylerle karşılaşma potansiyelini artırmaktayız. Bilinçaltımız muhakeme yürütmediği için bilginin doğru mu, yanlış mı, mantıksız mı, makul mü olduğuna bakmıyor. “Sadık bir köle” gibi iradeniz doğrultusunda söyleneni/kendisine emredileni yapıyor.
Günlük “olumsuzluklar” aslında fıtratla çelişen, bizi rahatsız eden, dini olarak da “günah” addedilen şeylerdir. Böyle yanlış/günah düşünce ve eylemler sürekli fıtratla ve kuantum yasaları ile çatışan bir durum husule getirmektedir. Huzursuz ve mutsuz bir hayatın da kaynağı olmaktadır.
Sonuç istediğiniz gibi olmuyorsa, niyetinizin olmamasını engelleyen daha baskın yanlış bir inanca sahipsiniz demektir. Beyin, esas itibarı ile sinir hücrelerinden oluşuyor. Buna göre bir insan karşısında gördüğü bir hareketi kendi yapmış gibi nöronlar ateşlenip harekete geçiyor.
Ayna nöronlar, tıpkı ayna gibi karşıyı taklit edip yansıtır. Öyle ki bir insanı limon yerken, gördüğünüzde siz yemiş gibi ağzınız sulanabiliyor. Bir bilimsel dergide yayımlanan “ayna nöron” çalışması, yemek yiyen bir kişinin beyin dalgalarıyla yemek yemeye niyetlenen kişinin beyin dalgalarının aynı şekilde çalıştığını göstermektedir.
Kendimizi mutlu, heyecanlı, başarılı hissettiğimizde, doğru inanç ve duygularla dolduğumuzda etrafa insanları güzel duygulara gark eden enerji yayarız. Kuantum yasaları denilen atom ve ışınlarda konulmuş ilahi düzen gereğince çevrede yapıcı ve düzenleyici bir etkiye vasıta oluruz. Oysa kin, nefret, düşmanlık haset duyguları içine girdiğimizde ise, yaptığımız “etki” bu defa “bozucudur”; ışık ve madde dünyamız (nano boyutta atom ve moleküller düzeyde) olduğu kadar, “enerji” varlığımızın “incindiğini” deneyler ve gözlemler ortaya koymaktadır. Gözlerimizdeki ışık söner. Düşüncelerimiz Kuantum fizik ve fizik ötesi yasaları ile çatışmaya başlar.
Artık eğitim deyince duygu eğitimi niyet eğitimi anlaşılmalıdır. Bilginin inanca dönüşmesi konuşulmalıdır.
Öğrencilere büyük düşünmeyi öğretiyoruz? Onlara ideal verebiliyor muyuz? Yanlış kanaatlerden ne derece kurtarabiliyoruz?
Çocukları değerlendirirken onlara ne kadar güçlü duygular ve niyetler kazandırdığımıza bakalım. Alınan eğitim, onları duası ve içtenliği güçlü, samimi/ihlaslı birileri haline getirebiliyor mu?
İçinde yaşadığımız maddi dünyada başarılar sonuca göre ölçülüyor. Rekabet üzerine bina edilmiş. “Senin başarısızlığın benim başarım için gereklidir” diyor.
Madde ve enerjinin aynı zamanda “dalga” yapısı bazı sırları daha iyi anlamamıza/yorumlamamıza aklımıza kapı açıyor. Örneğin aynı frekans ve fazda olan dalgalar üst üste gelip-birleşiyorlar. Ters fazda olanlar ise birbirini götürüyorlar. Dalgaların bu özelliği, müspet/olumlu düşünce ve niyetlerin yapıcı ve sinerjik etkisine; negatif olanların ise yıkıcı/bozucu etkisine ışık tutuyor.
Aynı hedefe ve niyete/inanca sahip iki kişinin “on bir”, üç kişinin ise “yüz on bir” değerinde olduğunu ifade edilir ve “şahs-ı manevi” sırrından söz edilir. Bunlar “bereket kanununun” maddi planda bir tür izahı olmaktadır.
Örneğin normal ışınları, farklı düşünen ve hedefleri olmayan bir topluluğa benzetebiliriz. Işınların aynı doğrultuda tek bir vektör ve frekans haline geldiği lazer ışınları halinde ortaya çıkan gücü biliyoruz. Bilgiyi üretmeye ve kullanmaya yönelik araştırmaya odaklı eğitim süreçlerinin etkisini lazer ışınlarına benzetebiliriz. Buluş temelli ve keşfe odaklı eğitimlerin “kuantum yasaları” ile uyum sağlamaktadır. Çünkü beynin “tünel” yasası ve “kuantum alanında” bilgiye ulaşmak için bir yol (keşif-ilham) bulabilmektedir.
Eğitimde şu öldüresiye rekabeti ve elemeyi esas alan sınav sistemini terk etmenin zamanı geldi. Paylaşımı ve bereketi netice veren Kuantumcu yapıları hayata geçirmenin artık zamanıdır.