İsrail, 1948’deki Nekbe’nin yankılarını taşıyan yeni bir felaketin eşiğinde. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun “Gazze Şehri’nin işgali savaşı durdurmanın tek yoludur” sözleri, yalnızca askeri bir hedefin değil, uzun vadeli bir demografik mühendislik planının da işareti. Bu yaklaşım, uluslararası hukukun en temel ilkelerini hiçe sayan ve “insanlığa karşı suç” tanımıyla örtüşen bir stratejiyi gözler önüne seriyor.
Gazze’nin kalbine girilmesi ve ardından güney kıyılarına inilmesi, bölge halkının kitlesel olarak göçe zorlanmasının ön adımı. Bu senaryo, Roma Statüsü’nün 7. maddesinde açıkça tanımlanan “zorla kitle transferi” suçunu karşılıyor. Maddede ifade edildiği üzere, sivil nüfusun yasal olarak bulundukları topraklardan, uluslararası hukukça izin verilmeyen sebeplerle ve zorlayıcı yöntemlerle yerinden edilmesi, insanlığa karşı suçtur.
İsrail’in Roma Statüsü’ne taraf olmaması, bu sorumluluktan kaçabileceği anlamına gelmez. Zira insanlığa karşı suçlar, uluslararası hukukun emredici normları (jus cogens) arasında yer alır ve tüm devletler için bağlayıcıdır. Bir devletin iç hukukunda bu suça dair düzenleme bulunmaması, hatta konuya ilişkin tamamen sessiz kalması bile, uluslararası sorumluluktan kaçış sağlayamaz. Ancak ne yazık ki, bu normların varlığı bile ihlallerin önüne geçememekte.
UCM’de Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında halihazırda insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları nedeniyle yakalama kararları bulunuyor. Bu davalara zorla kitle transferi iddialarının eklenmesi, yalnızca hukuki bir süreç değil, aynı zamanda uluslararası vicdanın sınavı niteliğinde olacaktır. Çünkü Gazze halkı, 7 Ekim 2023’ten bu yana ağır bombardımanlara, ablukaya, açlığa ve temel sağlık hizmetlerinden mahrum bırakılmaya rağmen, toprağını terk etmemekte kararlı. Bu direnç, İsrail’in demografik hedeflerine ulaşmasının önündeki en büyük engel.
Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. maddesi de bu konuda nettir: Sivil nüfus, güvenlik veya zorunlu askeri nedenler olmaksızın işgal altındaki topraklardan çıkarılamaz. Dahası, geçici tahliyeler dahi ancak ülke içinde ve çatışmalar sona erer ermez geri dönüş garantisiyle yapılabilir. Gazze örneğinde bu şartların hiçbirinin yerine getirilmediği ortada.
Sorunun bir başka boyutu ise, büyük güçlerin sessiz onayıdır. Başta ABD olmak üzere bazı devletler, “Hamas’ı tamamen ortadan kaldırma” söylemi üzerinden İsrail’in Gazze’deki genişleme planına engel olmamaktadır. Bu durum, fiili olarak insanlığa karşı suçların sürmesine ve hatta derinleşmesine zemin hazırlamaktadır. BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin yayımladığı son haritalar, Gazze’deki nüfusun giderek daha dar bir alana sıkıştırıldığını net biçimde gösteriyor.
Tüm bu tablo, bize yalnızca hukuki değil, ahlaki bir yükümlülüğü de hatırlatıyor. Devletlerin görevi, insanlığa karşı suçlar fiilen işlenmeden önce harekete geçmektir. Bu, yalnızca diplomatik uyarılarla değil, ekonomik ve siyasi yaptırımlar, uluslararası platformlarda izolasyon ve hukuki takip gibi somut adımlarla mümkündür.
Eğer bugün Gazze’de yaşananlara karşı etkili bir uluslararası tepki verilemezse, yarın benzer felaketler dünyanın başka köşelerinde de yaşanacaktır. İsrail’in Gazze’de uygulamaya çalıştığı plan, sadece Filistin halkının değil, uluslararası hukukun meşruiyetinin de testidir. Bu testte başarısız olmak, “bir daha asla” sözünün içini tamamen boşaltmak anlamına gelecektir.