Gül’ü, Fidan’ı konuşuyoruz, elhamdülillah

Abone Ol

Temmuz 2007’ye varırken, AK Parti Hükümetlerinin, alıştığımız Milli Görüş prensiplerine pek uymayan, içeride ve dışarıda kimi politikaları ile, aslında partinin kapısından içeri dahi alınmaması gereken kimi adamların maalesef baş tacı edildiği atmosfer, doğal olarak, AK Parti’ye bakışımızı etkilemişti. Fakat, bilhassa 2001 ekonomik krizinin enkazı ve kadim askeri vesayetle mücadele ederken bu gibi hususların gözden kaçırılmış olabileceğini biliyorduk.

Nihayet, bu münakaşadan ve belli ki samimi niyetlerden bereket hasıl oldu ve AK Parti, 2002’dekine nispeten daha nitelikli bir listeyle 2007 seçimlerine girdi. İlaveten, oy oranını da hayli artırdı.

Aynı yıl Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı, 2009’da da Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla AK Parti Hükümetleri de umduğumuz, beklediğimiz, “alıştığımız” rotaya yönelmeye başladı. 2002-2007 arasında yaşadığımız med-cezirler azalmış olsa da yine vardı. Fakat, ekonomik krizin aşılması, askeri vesayetle korakor mücadeleye girilmesi, dış politikanın “Komşularla sıfır sorun, azami işbirliği, tam entegrasyon” rayına oturması, bu bağlamda (evet, bu bağlamda) İsrail’le olan ilişkilerin elden geçirilmesi ve şerefli Arap Kıyamı’na verilen destek, bizi med’lerden çok, cezir’lere yöneltti; uzatmadık, kısa kesip AK Parti Hükümetlerinin arkasında durduk.

AK Parti de kısa kesti ve o zamana kadarki (yani bugüne kadarki) en nitelikli söylem ve adaylarla 2011 genel seçimlerine girdi. Yine oy oranını yükseltti, hatta her iki kişiden birinin oyunu alarak seçimlerden birinci çıktı.

2011 sonrası ise hafızlarımızda hala taze. Arap Kıyamı’na vurulan darbelerin benzerleri, Gezi ve Paralel taarruzla Türkiye’deki devrime de vurulmak istendi, isteniyor. Henüz genel seçim yapılmadı ama, taarruzun ilk dalgasının ardından 2014 yılında gerçekleştirilen yerel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de “kısa kesildi.”

Hafızaları tazelemek amacıyla uzun uzadıya yazdığım bu süreç bizi şunu gösteriyor: Evet, AK Parti her bir seçimden, bir öncekine nispetle oy oranını yükselterek çıktı; ama daha önemlisi, her bir seçime, bir önceki seçimden daha nitelikli listeyle girmişti. Evet, AK Parti her seçimden kavileşerek çıktı, ama seçmen de, yani biz de kavileştik.

Şimdilerde, bilhassa Hakan Fidan’ın ve Abdullah Gül’ün adaylıkları üzerinde tartışıp duruyoruz (AK Parti’nin omurgasını kırmak için fırsat kollayan -ve maalesef hala bazılarının parti bünyesinde yer aldığı- bozguncu tayfayı kastetmiyorum; “biz” diyorum, başından beri anlattığım “biz” tartışıp duruyoruz.) Bir zamanlar “Filancadan vekil mi olur, falanca bu hükümete nasıl girer, şu adamla yola mı çıkılır!” derken, bugün “Hakan Fidan Dışişleri Bakanı mı olsun, MİT Müsteşarı olarak devam mı etsin?”, “Abdullah Gül kabineye mi girer, yoksa Meclis Başkanı mı olur?” diyoruz. Önceden partiye hiç mi hiç yakıştıramadığımız isimler üzerinden hep beraber eleştirirdik AK Parti’yi, şimdi en yakışan isimler karşımızda, kimimiz birini, kimimiz ötekini öne çıkararak “eleştiriyoruz.” Kavileştikçe kavileşiyoruz yani, elhamdülillah.

Fakat şu var: Önceden tartıştığımız isimler ile AK Parti arasında uçurum vardı, kontrast çoktu, ayrım netti; dolayısıyla fitne ihtimalinden çok kafa karışıklığı veya dalgınlıktan bahsedebilirdik. Şimdi ise, AK Parti ile adeta özdeşleşen isimler gündemde; dolayısıyla fitnecilerin çok ama çok rahat hareket edebileceği bir zeminde ilerliyoruz. Yani imtihanımız çok daha büyük. Çok daha kısa kesmeliyiz.

Cenab-ı Allah ahir ve akıbetimizi hayreylesin.