Yazının başında şunu söyleyeyim.
Türk televizyon haberciliğinin gelmiş geçmiş en büyük ismi Ufuk Güldemir’in rahle-i tedrisinden geçmiş bir gazeteciyim. Dolayısıyla şimdi anlatacaklarım, ondan öğrendiklerimin, meslek hayatımda karşılaştıklarımla birleşmesi sonucu ortaya çıkan gerçekliktir ..
Haberin makyajla değil, emekle yapıldığını; spikerliğin bir meslek değil, gazeteciliğin görünen yüzü olduğunu bize o öğretti. Muhabirlik bilmeden ekrana çıkılmaz, metin koklanmadan cümle kurulmaz, haberin ahlâkı sindirilmeden bülten okunmaz derdi. Haklıydı.
2003-2004’te Habertürk’teydim.. Açık gözlemimi ifade edeyim.. Ufuk, kanalın sahibi olmasına rağmen haber merkezine iner, metin düzeltir, rejide yönetmeni koltuğundan kaldırır, yayını kendisi yönetirdi. Çünkü onun dünyasında televizyon, vitrin değil kamusal sorumluluk alanıydı. Bugün ise vitrinin kendisi haber oldu; içi boş, parıltısı bol bir garabet düzeni kuruldu.
Bugün ekranlarda gördüğümüz manzara şudur: Gazeteciliğin mutfağında ömrünü tüketmiş, kriz görmüş, savaş izlemiş, mahkeme kapılarında sabahlamış insanlar işsiz; buna karşılık tek sermayesi silikonlu memeler, dolgu dudaklar ve “ekran uyumu” olan süs bebekleri başrolde. Üstelik bu vitrin figürleri kendilerini gazeteci sanacak kadar da özgüvenli. Adını koyalım: Bu, niteliksizliğin meşrulaştırılmasıdır. Bu, mesleğin içinin boşaltılmasıdır.
Burada iki tarafa birden kızmak zorundayız.
Birincisi, bu düzeni kuran patronlara. Haberi, reyting ve reklam uğruna bir gösteriye çeviren; içeriği değil ambalajı pazarlayan; gazeteciliği değil “ekran estetiğini” satın alan patronlara. Sormak zorundayız: Bu kadınları neden aldınız? Ne beklediniz? Sorgulama mı, direnç mi, etik duruş mu? Yoksa onları birer cinsel obje olarak kullanmak, ekranı seks sembolleriyle doldurmak, izleyicinin dikkatini içerikten kaçırmak mıydı niyetiniz? Bu bir itham değil, kaçınılmaz bir sorgudur. Çünkü ortada gazetecilik yoksa, geriye kalan şeyin adı başka olur.
İkincisi, hiçbir mesleki formasyonu olmadığı hâlde kendini gazeteci zanneden seksi şempanzelere. Evet, kelime ağır; ama manzara da ağır. Gazetecilik; metin bilmeden, tarih bilmeden, bağlam kurmadan, soru sormadan, risk almadan yapılan bir iş değildir. Ekranda gülümsemekle, teleprompter okumakla, “ben de varım” demekle gazeteci olunmaz. Gazetecilik namusu olmayanın, kamusal cesareti de olmaz. Bu kadar net.
Prof.Dr. Ünsal Oskay yıllar önce uyarmıştı: Kitle iletişim araçları yalnızca bilgi vermez, toplumu biçimlendirir. Siz ekrana kimi koyarsanız, yarını da ona göre kurarsınız. Bugün gençlere verilen mesaj şudur: “Okuma, araştırma, muhabirlik yapma; güzel görün, ekrana çık.” Bunun adı iletişim değil, çarpıtmadır.
Biz gazeteciliği Ufuk Güldemir’den öğrendik. O yüzden şunu söyleme hakkımız var: Spikerlik diye bir meslek yoktur. Gazetecilik vardır. Önce gazeteci olursunuz; sonra spiker de olursunuz, muhabir de, editör de. Aksi hâlde ekranda görünen şey gazeteci değil, dekordur.
Bu yazı bir nostalji değildir. Bu, mesleğin hayatta kalma çağrısıdır. Patronlar şapkayı önüne koyup düşünsün; vitrin figürleri aynaya baksın. Haber, süs bebeklerine; meslek, seksi şempanzelere teslim edilecek kadar sahipsiz değildir.
///////////////////////////////////
BU MASA SADECE İŞ KONUŞMUYOR, TÜRKİYE KONUŞUYOR
Türkiye’de uzun zamandır alıştığımız bir manzara var:
Devletten teşvik bekleyen, kriz olunca geri çekilen, küresel rüzgâr nereye eserse oraya savrulan bir iş dünyası profili… O yüzden dün akşam kurulan GİSİAD sadece bir dernek haberi değildir. Bu, sessiz ama derin bir zihniyet kırılmasıdır.
Remzi Dursunkaya başkanlığında bir araya gelen bu isimler, şunu yüksek sesle söylüyor:
“Kalkınma sadece kârla ölçülmez.”
Bu cümle, bugünün Türkiye’sinde bir slogandan ibaret değildir; başlı başına siyasi, iktisadi ve ahlaki bir tavırdır.
Çünkü bu masa; büyük holdinglerin gölgesinde büyümemiş, Anadolu’nun alın teriyle yoğrulmuş bir sermayeyi temsil ediyor. İstanbul’un, Kayseri’nin, Gaziantep’in, Konya’nın, Bursa’nın aynı masada buluşması tesadüf değil. Bu, Anadolu aklının yeniden söz alma iradesidir.
Bugüne kadar iş dünyasının önemli bir kısmı devleti yalnızca “teşvik veren bir yapı” olarak gördü. Oysa güçlü devlet, omuz veren bir iş dünyasıyla mümkündür. GİSİAD tam da burada ayrışıyor. Bu yapı, “Bize ne verilecek?” diye sormuyor;
“Biz bu ülkeye ne koyacağız?” diye soruyor.
İşte bu yüzden bu dernek, klasik bir iş insanları kulübü değildir. Bu bir fikir masasıdır. Reel sektörle düşünceyi, üretimle vizyonu, rakamla değer kavramını aynı potada buluşturan bir arayıştır. Türkiye’nin önümüzdeki 10 yılını konuşan masalar kolay kurulmaz. Hele ki bunu devletten bağımsız ama devlete düşman olmadan yapan yapılar, bu ülkede nadirdir.
Ticaret Bakanı Prof. Dr. Ömer Bolat’ın gönderdiği destek mesajını da bu bağlamda okumak gerekir. Bu mesaj, bir nezaket cümlesi değil; devletin, sorumluluk alan iş dünyasını gördüğünün işaretidir.
Şunu açıkça söyleyelim:
Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı yalnızca bütçe kalemleriyle, faiz oranlarıyla, merkez bankası grafikleriyle sağlanmaz. Asıl bağımsızlık; üreten, düşünen, örgütlenen ve sorumluluk alan bir sivil ekonomik akılla mümkün olur.
GİSİAD’ın asıl iddiası da burada yatıyor. Eğer bu masa konuşmaya devam ederse, eğer buradan raporlar, fikirler, stratejiler çıkarsa; bu yapı Anadolu sermayesinin örgütlü vicdanı haline gelir. Ve o zaman bu ülke sadece büyümez, istikamet kazanır.
Dün akşam o sofrada olan biteni tek cümleyle özetlemek mümkün:
Bu insanlar artık sadece iş yapmıyorlar.
Türkiye yapıyorlar.
///////////////////////////////////
BARIŞ ATATÜRK’SÜZ OLMAZ
Bu yazının ilhamı bir masa başı analizinden değil, gazeteci refleksi güçlü, sahayı iyi okuyan bir çıkıştan geldi. Gazeteci dostum Ozan Gündoğdu, attığı bir sosyal medya mesajında meseleyi tek cümleyle özetledi:
“Barış olacaksa Atatürk’ü çiğneyerek olmayacak.”
Bu cümle, bugünün Türkiye’sinde barış tartışmalarının etrafında dolaşıp bir türlü dokunamadığı asıl düğüm noktasını işaret ediyor.
Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” denildiğinde herkes barıştan söz ediyor ama çok az kişi şunu sormaya cesaret ediyor:
Bu barış hangi ortak zeminde kurulacak?
Bugün sahaya baktığımızda açık bir gerçek var. MHP’nin Kürt kamuoyunda yarattığı heyecan inkâr edilemez. Devlet diliyle konuşan, netlikten kaçmayan, muğlak mesajlar üretmeyen bir siyaset… Bu tavır, özellikle belirsizlikten yorulmuş Kürt seçmende bir karşılık buluyor. İnsanlar neyle muhatap olduklarını biliyor.
Ama aynı etkiyi DEM Parti’nin Türk halkı üzerinde yarattığını söylemek mümkün değil. Bu bir algı meselesi değil, tarihsel ve siyasal bir kopukluk meselesi. Türk toplumunun ortak hafızasında birleştirici olan değerlerle DEM Parti arasındaki mesafe hâlâ kapanmış değil.
Ve o mesafenin adı çok net: Atatürk.
Burada artık açık konuşmak zorundayız.
Barış olacaksa, Atatürk’süz olmayacak.
Atatürk bu ülkede herhangi bir siyasi figür değildir. Atatürk, devletin kurucu aklıdır. Ortak vatandaşlık fikrinin, eşitlik iddiasının, hukuk devletinin ve ulusal egemenliğin adıdır. Türk halkı için Atatürk’ü dışlayan ya da görmezden gelen her barış söylemi, umut değil güvensizlik üretir.
Ozan Gündoğdu’nun işaret ettiği en kritik nokta da tam burasıdır:
DEM Parti, barış adına gerçek bir eşik atlamak istiyorsa bunu dolaylı ifadelerle değil, açık bir Atatürk sahiplenmesiyle yapabilir.
Ve şunu da cesaretle söyleyelim:
Kürt halkı Atatürk’le barışabilir.
Tarihsel olarak Kürt halkı ile Atatürk arasında çözülemeyecek bir düşmanlık yoktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kürtler bu devletin asli unsuru olarak tanımlanmıştır. Sorun Atatürk değildir; Atatürk’ten sonra yapılan yanlışlar, travmalar ve hatalı siyasetlerdir.
Atatürk’e sahip çıkmak, Kürt halkına ihanet değildir. Tam tersine, Kürt halkını Türkiye’nin kurucu hikâyesine yeniden ve onurlu bir yerden bağlamaktır. Bu adım atılmadan Türk toplumunda kalıcı bir barış duygusu oluşmaz.
Bugün MHP’nin Kürt kamuoyunda yarattığı etki, devlet ciddiyetinden gelir. DEM Parti’nin Türk halkında aynı güveni yaratamamasının nedeni ise, kurucu değerlerle arasına koyduğu mesafedir.
Son söz nettir:
Silahlar susabilir. Operasyonlar bitebilir.
Ama kalıcı barış, ortak hafızada sağlanır.
Ve Türkiye’nin ortak hafızasında tartışmasız bir isim vardır:
Mustafa Kemal Atatürk.
Barış istiyorsak, onu çiğneyerek değil; merkeze alarak konuşmak zorundayız.