Her vesileyle söylediğim gibi ordu içinden bazı subaylar, gecenin bir yarısında meşru yöneticiye karşı darbe düzenlediklerinde ya başarılı olarak sonsuza kadar tapılan (sahte) tanrılara dönüşürler ya da başarısız olarak hainlere dönüşürler ve idam edilirler.
Sorun bu subaylardan değil, böyle bir darbeyi kabul eden ve bunu yapanlara boyun eğen kültürden kaynaklanmaktadır.
Hükümet/devlet başkanının yönetim merkezi de devletin -hiç kimsenin kaba güç kullanarak ele geçiremeyeceği- diğer merkezlerine/kurumlarına benzemektedir. Hiç kimse, halk tarafından kendisine emanet edilen hükümet yetkisini kullananların ataması olmadan diğer devlet kurumlarında görev alamaz. Birileri bu hiyerarşiyi bozarak, suçluların takipçisi olmak yerine kendisi suçlular güruhuna katılırsa bu da mazur görülemez.
Herhangi bir makamı ya da konumu güç kullanarak, zorbalık ve sahtekârlıkla ele geçiren kişi kanunun dışına çıkmış olur. Bu ölçü birçok sivil meslek için de geçerlidir. Mesela eğitimini alıp doktor olmadan özel bir klinik açıp doktorluk yapan kanunun dışına çıkmıştır. Aynı şekilde mühendisler, avukatlar, eczacılar vd. meslek erbabı bazı kurumsal yapılara (odalara) ve yasalara uymak zorundadırlar.
Müslümanlar “rüşd”ü (doğruluk, dürüstlük, olgunluk yetisini) kaybettikten sonra toplumun onayı olmadan iktidarı güç ve silah kullanarak ele geçirmeyi zımnen kabullenmiş oldular. Bu çarpık anlayış ne yazık ki Müslümanların halk tabakasıyla sınırlı kalmamıştır. Zira büyük imamlar arasından da güç kullanımının tâbi olduğu belirli şartlar bulunmadığını, önderin şûra kararlarına riayet etme zorunluluğu olmadığını, onun tek ihtiyacının kendisinin doğru yolda olduğunu düşünen Müslümanların varlığı olduğunu savunanlar çıkmıştır.
Bir polis memurunun darbe düzenleyerek karakolu ele geçebileceğine, savunma bakanının en güçlü subay olduğuna ve ülkenin en büyük çekicine sahip olanın yargıç olduğuna (dolayısıyla diledikleri makamı ele geçirebileceklerine) inanan varsa, bu kişinin halkın rızasıyla iktidara gelen ülke yöneticisinin ordu mensupları eliyle alaşağı edilebileceğini zannetmesinde bir sakınca yoktur.
Öte yandan, tank sırtında iktidara gelen birini kabullenen kişi, veraset yoluyla doktorluk yapan ya da arabuluculuk yoluyla bir hastanenin başhekimliğini ele geçirip hastaları tedavi eden birini kabullenen kişi gibidir. Bu şekilde düşünenler Haricilerin tâ kendileridir. Anlattığım bu yöntemleri de onları okun yaydan fırlaması gibi kendilerini dinden uzaklaştırır.
Râşid bir yönetimin -halkın görevlendirmesine gerek olmaksızın- miras yoluyla ya da zorbalıkla el değiştirebileceğine inanan herkes Haricilik mezhebini/yöntemini benimsemiş demektir, enbiyanın yöntemini değil!
Bana ne zaman Sünni ve Şii mezhepleri hakkında soru sorsalar şu meyanda cevap veriyorum: Beni kaygılandıran Müslümanlar’ın Sünni ya da Şii mezheplerine ayrılmaları değil, bilakis onların kılıç gücüyle iktidarın el değiştirebileceği hususunda ittifak etmeleridir! Bu nedenle hep şunu söylüyorum: Ortada Sünniler, Şiiler ya da başkaları yoktur, bütün Müslümanlar Harici mezhebine mensuptur!
Rasulullah’ın (sas) vali ya da hükümdar olmadığı Mekke’de yaptıkları ile Müslümanlar’ın lideri ve komutanı haline geldiğinde Medine-i Münevvere’de yaptıkları arasındaki fark işte budur: Baskı ve zorlama yoluyla değil, halkın rızasını alarak iş yapmak.
Allah Rasulü’nün (sas) Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasındaki ayrımın bilincine eremeyen, râşid bir yönetici ile diktatörün farkını da, Hariciler ile Kur’an’ın aydınlığına çağıran davetçilerin farkını da ayırt edemeyecektir…
Çeviri: Fethi Güngör