İslam şehri Sivas: Yiğit, munis ve bereketli

Abone Ol

Şehirler insanlarla müsemmadır nazarımda. Dilleri olduğunu düşünürüm şehirlerin. Altı yıl boyunca pek çok şey anlattı. Bugün de öyle. Şiirler okuyor, cenkler anlatıyor…

H.Yahya Şekerci

Sivas memleketin en güzel şehirlerinden biri. Ferah bir kenttir. Kızılırmak’ın şehri, sultan şehir… Soğuğu malum ama yazın rahat edersiniz. Bu kez, 6 yıl aranın ardından gittiğin Sivas’ta ciddi bir değişiklik görmedim. Her şey yerli yerinde. Şehrin başka şehirlerde kolay kolay göremeyeceğiniz kadar geniş meydanıyla neredeyse iç içe olan medreseler buralara estetik bir doku iliştirmiş. Şehrin sembolü olan Çifte Minare Medresesi’nin medrese kısmı yüzyıllar yıkılmış sadece minareler ayakta. Bir İlhanlı eseri olan bu minareler, medreselerin yanı başından yükselerek sema ile irtibat kurmaya çağırıyor gibi. Ta 1271’de inşa edilmiş. Gördüğün farklılıklardan biri burada gözüme çarpıyor. Burası, yıllar önce bıraktığımda kalıntılarla dolu, kullanılmayan bir alanken şimdi insanların çay-kahve içebildiği bir yere dönüştürülmüş. Güzel de olmuş bence.

Çifte Minare’nin sırt kısmında bu yapıdan daha eski bir medrese olan Şifaiye Medresesi ise bir Anadolu Selçuklu eseri. Sultan 1. İzzettin Keykavus hayratı. 1217’de inşa edilmiş ve adından da anlaşılacağı gibi burası bir hastane ve tıp tedrisatı yapılan bir okul. Osmanlı döneminde ise medrese olarak kullanılmış. Bu medresenin içi de Sivas’a özgü el sanatı ürünlerinin teşhir edildiği, satışının yapıldığı, aynı zamanda ortadaki havuzun etrafına konulmuş olan masa ve sandalyelerle sohbetgah olmuş bir yer. Nefes aldığınızı hissediyorsunuz burada.

Sonra Sivas’ta yaşadığım dönemlerde en çok gittiğim mekan olan Buruciye Medresesi’ne geliyoruz. Burası ötekilere nazaran daha küçük. Farkı ise avlu kısmının daha kullanışlı olması. Büyük eyvana göre konumlandırılmış masa ve sandalyelerde tarihin ortasında oturuyor gibisiniz. Devrin pozitif ilimlerinin okutulduğu bir okul burası da. Biz buralardayken eyvanlardan klasik Türk müziği yahut halk müziği icra edilirdi, ama yanınızdaki ile konuşurken bağırmak zorunda kalmayacak kısıklıkta icra ederlerdi musikiyi. Pek de güzeldi.

Taş işçiliğinin zirve örnekleri bu eserler. Buruciye’nin büyük eyvanında Ayet el-kürsi yazılı. Her baktığınızda hayretinizi artıran üstün bir estetik. İslam’la yoğrulmuş topraklarımızın yüz akları. Sadece taş işçiliği mi? Elbette hayır. Tuğla işçiliği, göz alıcı çiniler ve diğer süslemeleriyle bu mekanlar şehirlerimizin nasıl ihya edildiğinin tescili gibi.

Sivas’a gelip de Ulu Cami’ye girmeden olmaz. 1196-97 yıllarında inşa ettirilmiş. Anadolu’nun İslamlaşmaya başlamasından, fethinden hemen sonra yani. Zamanında nasılmış bilmem ama şu an biraz çukurda kalmış cami. Ben Osmanlı eserlerindense Selçuklu dönemi eserlerini hep daha samimi bulmuşumdur. Burada da aynı hissiyata kapılıyorum. Eğri minaresi her şeye rağmen görkemini koruyor. Avlusu muhabbet için şahane bir alan. Banklara oturursunuz eski ağaçların altında, koşan çocukları seyredersiniz, sonra nur yüzlü ihtiyar bir delikanlı gelip memleketinizi sorar, dua eder ezan okunur ve namaza geçersiniz. Hep aynı güzel hikaye.

Bilindiği gibi ulu camiler Cuma camileridir, bu yüzden ‘uludur’ İslam fıkhına göre taşradan kalkıp bu camilere akın edilir, zira Cuma namazları şehir merkezlerinde kılınır, o haftanın konuları istişare yapılır aynı zamanda da pazarlar o güne denk getirilir. Yani herhangi bir yerde ulu cami görürseniz bilin ki orası eskiden büyük bir şehirdir. Sivas da, bu noktadan hareketle dahi ifade edilebilir ki, eski bir İslam şehridir.

Caminin kuzeydoğu kısmından birkaç merdiven çıkıp medreseler tarafına yeniden yöneldiğimizde bir apartman otoparkı dikkatimizi çekiyor. Üst kısmında “park yapmak yasaktır” ifadesi yazıyor ama alt kısmında yazan şey Anadolu nezaketini teyit ediyor adeta: “hoş görülü olmak ne güzel birşey”

Merhum Yazıcıoğlu’nun izlerini, fotoğraflarını sıkça görmeniz mümkün. Dernekler kurulmuş adına, belediye çeşitli yerlere ismini vermiş. Sivaslı Muhsin başkan unutulmamış.

Yıllardır görmediğim bir iki dostumu ziyaretten sonra, akitleştiğimiz üzere, zamanın behrinde “şu kalemi tut ve bir daha bırakma” diyerek büyük cesaret veren hocam Berat Demirci’nin hanesine misafir olduk. Evet, elimin kalem tutmasında büyük emeği vardır hocanın; var olsun. Hoca sandığımdan daha mutevazı hayatıyla kendisine olan hürmetimi misliyle artırıyor. Son iftarı onunla yapıyoruz. Güzel adamdır Berat hoca, net adamdır. Lavı eveleyip gevelemez. Memleket meselelerini konuştuk, biraz da sanattan…

Hoca iyi bir muharrir olmanın yanında bence iyi de bir şair. Musiki bilgisi, gelenekle olan bağının resmi hükmünde. Hocanın ev hali “Allah’a ve Rasulü’ne iman edenler misafirlerine ikramda bulunsunlar” hadisinin somut bir tezahürüydü sanki. Hanımlardan bir bardak su rica ettim sonra hocanın bir anda kaybolduğunu fark ettim. Meğer eşime “müsaade edin ben götüreyim” demiş. İçeriği elinde bir bardak su ile gelince şaşırdım. Su getirecek yaşta aile efradı dururken kendisi bizzat hizmet etmek istenmişti belli ki. Evladı yaşındayım, mahçup oldum.

Tek katlı, müstakil bir evde ikamet ediyor hoca. Babadan kalma bir ev burası. Gülyurt Mahallesi’nde bir Kur’an Kursuna oldukça yakın “mütevazı” kelimesinin dahi kafi gelmeyeceği bir ev.

Yemek faslından sonra sohbeti çayla demlemek için çalışma odasına geçtik. Kitaplığı, bol nikotin kokusu, yerde duran tamburu ile şahane bir oda. Hocanın musikiye ilgisini biliyordum ama tambur icra ettiğini orada öğrendim.

Konu konuyu açıyor, bulunduğumuz odada Atasoy Müftüoğlu’ndan, Erdem Bayazıt’a pek çok arkadaşının gelip kaldığını söylüyor hoca.

Şehirler insanlarla müsemmadır nazarımda. Dilleri olduğunu düşünürüm şehirlerin. Altı yıl boyunca pek çok şey anlattı ama o günden bugüne Sivas’ın, Berat Demirci gibi bir mizaca sahip olduğunu düşünüyorum: yiğit, munis, yaşlı ve bereketli.

Kocaman yürekli bir İslam şehridir Sivas. Var olsun, nur olsun.