Kazanmak ne işe yarar, eğer insan kendine yeniliyorsa?

Abone Ol

Merhaba sinema dostları,

Bugün, bu köşede ilk defa buluşuyoruz. Amacım sadece vizyondaki filmleri iyi ya da kötü diye ayırmak değil; perdenin karanlığında saklanan o büyük soruları, filmlerin ruhumuzda açtığı çatışmaları da masaya yatırmak. Sinema, bildiğimiz üzere, sadece bir eğlence değil, aynı zamanda kendimize tuttuğumuz bir ayna. İşte bu yüzden, yazılarımda sadece yönetmenin kadrajına değil, filmlerin felsefesine ve toplumsal yankısına da odaklanacağım. Bu hafta Paul Thomas Anderson'ın yeni filmiyle yolculuğumuza başlıyoruz...

Paul Thomas Anderson imzasını taşıyan, yılın en çok beklenen filmi One Battle After Another sonunda sinemalarda yerini aldı. Oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Sean Penn, Chase Infinity, Teyana Taylor ve Benicio Del Toro gibi güçlü isimlerin yer aldığı film, yönetmenin filmografisindeki en iddialı yapım olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Paul Thomas Anderson, bu kez kalabalık bir savaş hikayesi anlatmıyor; aksine, insanın kendi içindeki cephelerde geziyor.

2014’de, Thomas Pynchon’ın, Inherent Vice romanını aynı isimle uyarlayan Anderson, yazarın bu kez Türkçe’de de aynı isimle yayımlanan Vineland adlı romanından uyarlıyor filmi. Eski bir devrimci olan Bob Ferguson’ın (Leonardo DiCaprio) geçmişin yüküyle hesaplaşmasını; bir zamanlar dünyayı değiştireceğine inanan bu adamın, yıllar sonra kendi hayatının yıkıntıları arasında kalışını merkezine alan hikaye politik bir zeminden başlıyor ve giderek daha içsel, daha ruhsal bir çatışmaya evriliyor. Bob’ın dış dünyadaki mücadelesiyle iç dünyasındaki çatışmasını birbirine harmanlayan yönetmen, bunu klasik bir anlatı çizgisine oturtmak yerine, ağır tempolu, dingin bir sinema diliyle kuruyor.

Biçimsel cesaretin ve tematik derinliğin belirleyici olduğu filmleri peliküle aktarmaya devam eden usta yönetmen, bu kez There Will Be Blood’daki kadar net bir denge kuramamış görünüyor. Anderson’ın bilinçli olarak tercih ettiği dinginlik, DiCaprio’nun performansında da karşılık buluyor ancak bu sakinlik kimi sahnelerde karakterin iç yangınını tam olarak dışa vurmasını engelliyor. Bob karakteriyle kendi sınırlarını zorlayan DiCaprio’nun performansı güçlü, ölçülü ve akılda kalıcı olsa da filmografisindeki The Revenant, Shutter Island ve The Wolf of Wall Street’teki rolleri hatırlandığında aynı tutkuyu hissetmek zor. Bütün bunlara rağmen Bob’ın bakışlarında, kaybolmuş bir inancın ağırlığını hissetmek mümkün. İşte DiCaprio’nun gücü tam da burada, diyaloglardan ziyade sessizlikte ortaya çıkıyor.

Buna karşılık Sean Penn, Steven Lockjaw karakterinde neredeyse filmin merkezine yerleşiyor. Penn’in performansı yalnızca etkileyici değil, aynı zamanda ürkütücü derecede çarpıcı ve gerçekçi. Onun olduğu her sahne adeta filmin ritmini değiştiriyor. Penn, Lockjaw’ı sadece bir antagonist değil, aynı zamanda Bob’ın içindeki karanlığın tezahürü haline getiriyor. Karakterinin psikolojik çözülmelerini, ürpertici bir kayıtsızlıkla ve donuklukla oynuyor. Tüm zamanların en iyi antagonist rollerinden biri olarak sinema tarihine not düşülen bu performans Oscar Ödülleri’nde de boş geçilmeyecektir diye düşünüyorum. Oyunculuk dallarında hem Penn’in, hem de DiCaprio’nun adaylık alması kesinlikle sürpriz olmaz.

Paul Thomas Anderson’ın, Licorice Pizza filminde de birlikte çalıştığı Michael Bauman’ın sinematografisi, yönetmenin anlatısına eşlik eden bir karakter gibi adeta. Tozlu sınır kasabaları, güneşin kavurduğu bozkırlar, neon ışıkları altındaki geceleri betimleyen her kare, karakterlerin ruh halini yansıtan bir şiir gibi ince ince işlenmiş. Yönetmenin hemen hemen tüm filmlerinde imzası bulunan Jonny Greenwood’un besteleri, Anderson sinemasının alametifarikası olan o tedirgin edici inceliği bir kez daha yükleniyor. Özellikle uzun sessizlik anlarında duyulan birkaç kırık nota, kelimelerden daha çok şey söylüyor.

Paul Thomas Anderson filmlerinde, karakterlerin büyük bir kaçış arayışında olduğu sahneler sıkça karşımıza çıkar. Boogie Nights, There Will Be Blood, Licorice Pizza vs. filmlerindeki araba sahneleri, karakterin ya geçmişinden ya da kendisinden kaçma çabasının bir yansıması niteliğindeydi. Kaçış, Anderson'ın dünyasında bir çözüm veya çözülmeden çok, geçici bir yanılsama veya bir sonraki kaosa doğru hızlı bir yolculuk olarak tezahür ediyor. One Battle After Another'da da Bob'ın ve kızı Willa’nın filmin sonundaki kaçış-kovalayış sekansı, bu motifi zirveye taşıyor. Bu kaçış, özgürlük getirmek yerine, sadece bir sonraki çatışmaya zemin hazırlıyor. Ufuk hep orada, ama asla ulaşılamıyor.

Bütün bunlara rağmen One Battle After Another, Anderson’ın filmografisinin zirvesine yerleşemiyor. There Will Be Blood’un öfke dolu yoğunluğu, Magnolia’nın duygusal zenginliği ya da Phantom Thread’in incelikli zarafeti bu filmde tam anlamıyla hissedilemiyor. Anderson’ın niyeti, kişisel ve politik çatışmayı aynı potada eritmek, fakat zaman zaman bu iki damar birbirine karışıyor, film hangi yönde ilerleyeceğini unutuyor gibi. Anderson’ın sinemasal ustalığına rağmen, film ne yazık ki kusursuz bir akışkanlık sergileyemiyor. Bazı bölümler dramatik derinliğiyle büyüleyici bir yoğunluk sunarken, bazılarıysa gereksiz bir ağırlıkla uzatılmış hissi yaratıyor. Ana çatışma, Bob ve Lockjaw’ın kıskacında ilerlerken, yan rollerdeki karakter derinlikleri yüzeysel kalıyor. Hiç ihtiyacı olmamasına rağmen, yönetmenin bu derin hikayeyi desteklemek için Hollywood klişelerinden beslenmeye çalışması ise gerçekten düşündürücü.

Yine de Anderson’ın başarısı, “kaosta bile bir düzen vardır” sözünü doğrularcasına, bu dağınıklığı bile bir anlam atmosferine dönüştürmesinde gizli. One Battle After Another; sinemasal kudreti, teknik mahareti, usta oyunculuk performanslarıyla yılın en dikkat çekici yapımlarından biri olmayı başarıyor. Son tahlilde; yönetmen Paul Thomas Anderson, bir kez daha sinemanın sadece anlatmak değil, aramak olduğunu; her zaferin içinde bir yenilgi, her yenilginin içinde yeniden doğan bir umut olduğunu hatırlatıyor. Film bitip, perde karardığında ise belleklerde tek bir soru kalıyor; kazanmak ne işe yarar, eğer insan kendine yeniliyorsa?