Bir zamanlar bilim kurgu filmlerinin konusu olan yapay zekâ, artık hayatımızın merkezinde. Sabah alarmını kapatırken bile farkında olmadan onunla temas ediyoruz. Takvimimizi düzenleyen uygulamalardan alışverişte bize ürün öneren sistemlere kadar her şey görünmez bir şekilde bizi izliyor, öğreniyor ve yönlendiriyor. Evet, yapay zekâ sayesinde işlerimiz kolaylaştı ama bir soru sessizce büyüyor: Bu kolaylık karşılığında neyi kaybediyoruz?
Akıllı telefonlarımız, ev asistanlarımız, otomatik öneri sistemleri… Hepsi bize “kolaylık” sağlıyor gibi görünüyor, ama her tıklamamız, her kaydırmamız, her beğenimiz bir veri olarak kaydediliyor. Bu veriler, tek başına önemsiz gibi görünse de birleştiğinde hayatımızın haritasını çıkarabilecek kadar güçlü bir bilgi havuzuna dönüşüyor.
Dijital gölge: Bizden bağımsız yaşayan “Ben”
Yapay zekâ artık sadece bir yazılım değil, bir “göz”. Görüyor, kaydediyor ve hatırlıyor. Biz unutsak da o unutmuyor. Hangi haberi okuduğumuzu, kiminle mesajlaştığımızı, neye güldüğümüzü, hangi fikirden hoşlanmadığımızı bile kaydediyor. Yani dijital gölgemiz, bizden bağımsız bir hayat sürüyor. Korkutucu olan şu: Bu gölgeyi kim kontrol ediyor, kim şekillendiriyor; bilmiyoruz.
Örneğin sosyal medya platformları, hangi içeriklerin daha fazla görünür olacağına karar verirken bizim “ilgi alanlarımızı” analiz ediyor. Ancak bu karar mekanizmasının arkasındaki algoritmaların etik sorumluluğu çoğu zaman yok. Biz fark etmeden, kendi düşünce ve davranışlarımızın şekillendirildiği bir ortamda yaşıyoruz.
Algoritmaların sessiz gücü
Bugün sosyal medya akışlarımız, haber sitelerindeki sıralamalar, hatta gündem tartışmalarının yönü bile algoritmalar tarafından belirleniyor. Birileri hangi konunun daha fazla konuşulacağına, kimin “doğru” söylediğine karar veriyor. Biz fark etmeden düşüncelerimiz, tercihlerimiz, hatta duygularımız yönlendiriliyor. Bir tıkla hayatımıza kolaylık girerken özgür irademiz yavaş yavaş elimizden kayıyor.
Bu durum, özellikle genç nesiller için çok daha tehlikeli. Algoritmalar, suni dopamin yaratacak şekilde tasarlanmış oyunlar ve sosyal medya akışlarıyla kullanıcıyı bağımlı hâle getiriyor. Her bildirim, her öneri, beynimizin ödül mekanizmasını tetikliyor ve biz bunu “keyif” sanıyoruz. Oysa aslında sürekli olarak yönlendiriliyoruz.
Türkiye’de de yapay zekâ hızla hayatın içine giriyor. Kamu kurumları ve belediyeler, yapay zekâ destekli karar mekanizmaları kullanıyor. Örneğin, şehir içi trafik yönetimi, kamu hizmetlerinde sıra ve talep yönetimi, hatta bazı sınav ve yerleştirme sistemlerinde yapay zekâdan yararlanılıyor. Ancak sistemin arkasındaki yazılımın kimin elinde olduğu, verilerin nerede saklandığı çoğu zaman belirsiz... Kimi zaman veriler yabancı sunucularda tutuluyor, kimi zaman “gizlilik sözleşmesi” adı altında üçüncü taraflarla paylaşılıyor.
Bankacılık ve finans sistemlerinde güvenlik önlemleri güçlü olsa da iletişim bilgilerimiz, alışkanlıklarımız ve davranış verilerimiz yeterince korunamıyor. Kısacası, dijital mahremiyetimiz pamuk ipliğine bağlı ve çoğu insan bunun farkında değil.
Etik sınırlar ve algoritmaların kararları
Bir de işin etik boyutu var. Yapay zekâ bir gün bizim yerimize karar vermeye başlarsa ne olacak? Bir işe başvuru yaptığınızda algoritma adil davranacak mı? Bir haber öneri sistemi, sizi gerçekten bilgilendirmek için mi çalışacak yoksa yalnızca sizi platformda daha uzun tutmak için mi? Bu soruların net cevabı yok. Ve en ürkütücü kısmı, çoğu insan bu soruları sormayı bile düşünmüyor.
Ayrıca algoritmalar, hatalarını gizleyebilir veya kendilerini düzeltecek mekanizmaları olmayabilir. Yanlış bilgiler, önyargılar ve yanlış sınıflandırmalar, sadece bireyleri değil toplumu da etkileyebilir. Bu da yapay zekânın “nötr” olmadığı gerçeğini gözler önüne seriyor.
Yapay zekâ çağında en büyük tehlike, makinelerin bizi alt etmesi değil; insanın düşünmeyi bırakmasıdır. Algoritmalar tembelleşen bir zihin için mükemmel bir uyuşturucu gibidir. Ne düşüneceğimizi, kime inanacağımızı, neye tepki vereceğimizi onlar seçtiğinde biz hâlâ özgür mü olacağız?
Bir diğer tehlike ise bireylerin kendi doğrularını ve eleştirel düşüncelerini geliştirmek yerine, “algoritmanın önerdiğini tüketmek” alışkanlığı kazanmasıdır. Bu süreç, özellikle gençler arasında bilgiye bağımlı ama düşünmeye bağımlı olmayan bir nesil yetiştirebilir.
Belki de yapay zekâ insanlık tarihinin en büyük aynasıdır. Bizi bizden daha iyi tanıdıkça ne kadar kolay yönlendirilebilen varlıklar olduğumuzu ortaya koyuyor. Eğer bu gidişata dur demezsek gelecekte “akıllı makinelerden” çok, düşünmeyen insanlar çağına uyanabiliriz.
Son söz: Farkındalık silahımız
Yapay zekâyı suçlamayalım; o sadece bizim kodladığımız kadar “insan.” Asıl mesele, kendi aklımızın direksiyonunu bırakmamak. Dijital gölgemizin farkında olmalı, verilerimizi nasıl paylaştığımızı sorgulamalı ve algoritmaların bizi yönlendirmesine izin vermemeliyiz. Çünkü geleceğin en güçlü silahı bilgi değil, farkındalık olacak.