Kültürel işgalin sessiz silahları

Abone Ol

Televizyon ekranı artık yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda zihinlerin şekillendiği bir alan hâline geldi. Bugün karşımıza çıkan birçok dizi ve film, sadece kurgu ve dramatik öğelerle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda ideolojik bir mühendisliğin taşıyıcısı olarak işlev görüyor. İslâm’a dönük düşmanca sahneler, ibadetle alay eden karakterler, ahlâkı değersizleştiren ilişkiler ve en önemlisi gençlerin zihinlerini bulandıran çelişkiler, artık sıradan bir ekran görüntüsü gibi sunuluyor.

Batı’dan ithal edilen senaryoların önemli bir kısmı, Müslüman kimliği ötekileştiren veya aşağılayan kurgular üzerine kurulu. Bir Müslüman karakter, çoğu kez ya bağnaz ya da şiddete eğilimli olarak gösteriliyor. Buna karşılık inançsızlık, sorgusuzca “özgürlük” etiketiyle pazarlanıyor. Bu tek taraflı sunum, gençlerin bilinçaltına sinsice yerleştirilen bir mesaj taşıyor: “İslâm gericiliktir, inançsızlık ilericiliktir.” Bu yetmezmiş gibi, son yıllarda LGBT propagandası da dizilerin neredeyse vazgeçilmez unsuru hâline getirildi. Aile yapısını hedef alan, cinsiyetsizliği normalleştirmeye çalışan bu sahneler, “çeşitlilik” ve “özgürlük” kavramları üzerinden makyajlanıyor.

Oysa asıl amaç, toplumsal dokuyu oluşturan en temel değer olan aileyi zayıflatmak. Aile zayıfladığında toplum da dağılır. Gençlik, bir milletin geleceğinin aynasıdır. Zihinleri sürekli olarak çelişkili mesajlarla meşgul edilen bir gençlik, kendi öz değerlerini unutmaya başlar. Bir yanda teknolojinin hızlı tüketim kültürü, diğer yanda diziler aracılığıyla pompalanan inançsızlık, ahlâksızlık ve kimlik karmaşası… Bütün bunlar birleştiğinde, “kendi köklerinden kopmuş, kimliksiz bireyler” ortaya çıkar. Bu bireyler tüketim toplumunun kolay hedefleri hâline gelir; sorgulamaz, direnmez, üretmez. Asıl tehlike şurada: Bu kültürel işgal öylesine ustaca işleniyor ki, çoğu zaman farkına bile varmıyoruz.

Bir sahnede namazla alay edilirken “sadece mizah” deniliyor. Bir karakter cinsiyetini reddettiğinde “sadece sanat” diye geçiştiriliyor. Oysa sanat, gerçeği güzellik ve estetikle anlatmak için vardır; hakikati ters yüz etmek, ahlâksızlığı cazip göstermek için değil. Burada sorumluluk yalnızca senaristlerin veya yapımcıların değil, aynı zamanda biz seyircilerin de omuzlarında. İzleyici olarak neye talip olursak, yapımcılar da onu üretir.

Eğer toplum, İslâm’a düşmanca sahneleri, aileyi yok sayan kurguları ve gençliği yozlaştıran içerikleri protesto ederse; reyting kaygısı taşıyan yapımcılar farklı bir yol izlemek zorunda kalır. Ama biz sessiz kaldıkça, bu kültürel kuşatma daha da yoğunlaşacaktır. Unutmayalım: Gençlerimiz ekranlarda gördüklerinden etkileniyor, gördüklerini taklit ediyor, taklit ettiklerini hayat tarzına dönüştürüyor. Eğer bu döngünün içinde İslâm düşmanlığı, inançsızlık ve LGBT propagandası varsa, yarın hangi toplumsal tabloyla karşılaşacağımızı kestirmek zor değil.

Çözüm, öz değerlerimize yeniden sahip çıkmaktan geçiyor. Kendi kültürümüzden, tarihimizden ve inancımızdan beslenen diziler, filmler ve hikâyeler üretmek zorundayız. Gençlerin karşısına sadece “yasakçı bir tavır” değil, aynı zamanda “alternatif bir estetik ve sanat anlayışı” koymalıyız. Onlara kimlikli, erdemli, derinlikli örnekler sunmalıyız ki, başka arayışlara yönelmesinler. Bugün ekranda karşımıza çıkan her sahne, yarının toplumsal ahlâkını belirliyor. Eğer bu gidişata seyirci kalırsak, bir gün kendi çocuklarımızın bize yabancılaştığını göreceğiz. O yüzden bu mesele, sadece bir televizyon dizisi meselesi değildir; bu mesele bir medeniyet meselesidir.