Kutuplaşma dili ve edebiyatı

Abone Ol

‘Gündemi belirleyen’ yazılar yazmak her yazarın muradıdır.

Ancak, bu pek mümkün olamıyor.

Mümkün olamayışının sahici sebepleri var.

Özel bir coğrafyadayız. İnsanlığın ücrâsında kalmamış, hiçbir devrinde sakin olamamış bir coğrafya.

Coğrafyamız özelinde konuşmak, kültür ve medeniyeti eksene almaya zorluyor.

Yeryüzünün‘efsanevî medeniyetleri’ bu topraklardan neşet etmiş.

Az çok hepiniz biliyorsunuz.

Uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum.

Dünü özel’ olan bir coğrafyanın ‘bugünü de özel’ oluyor.

Dünü özel kılan argümanlar, aynen bugün için de geçerli.

Hâl böyle olunca, gündemi belirleyen yazılardan çok, ‘gündemin belirlediği’konuşuluyor ve yazılıyor.

Sadece aktüel olanla savrulmuyor gündem.

Ülke realitesi hiç de göründüğü gibi değil.

Meselâ, bu ülkede siyaset ve politika sıradan bir partizan uğraşından ibaret değil.

Siyasetten bir katmanı kaldırdığınızda, karşınıza tarihî kökleri olan bir mesele çıkıyor.

Tartışıp, kolayca uzlaşmaya varılacak türden de değil mevzûlar.

Tarafsız olamayacağımız kadar kompleks, bir o kadar girift ve çetrefilli.

Hepsi birbiriyle ilişkili ve dahası paradigması farklı olan konular.

Ülke olarak, bütün bu karmaşık, girift meselelerin tam merkezindeyiz.

Kültür-medeniyeti ve geleneğiyle ile irtibatı devrimlerle kopartılmış, inkâr edilmiş,‘revizyonist politikalarla’ yönetilmiş, kendi içinde hesaplaşmalarını henüz bitirmemiş, çalkantılar içinde bir ülke olarak.

Bugün tartışılan, köklü birçok meselenin kronikleşmesinde de bu politikalar yatıyor.

Konuşmamın bir Cumhuriyet ve demokrasi eleştirisi olarak anlaşılması, söylemek istediklerimin güme gitmesine sebep olur.

Çözümsüzlüklerin sebebini Cumhuriyet ve demokrasi çarkının doğru işlemeyişinde/işletilmeyişinde aramamak da aptallık.

Meselelerin, gereken yerden ve icabettiği vicdanla konuşulmadığı aşikâr.

Bir medeniyet imparatorluğunu alaşağı edenlerin, bin yılın medeniyet ve kültürüne karşı geliştirdiği refleksi, ret ve inkâr mecrasına sürükleyip, sürdürürken, kendileri de merhametsiz bir mutanta dönüşmekten kurtulamadılar.

Tutundukları dalın yaprağı oldular.

Ne fena bir trajedi.

Batı’dan ithâl ve intihâl ettikleri -sevdiğim tabirle- ‘klonladıkları’ kültürle önce kendilerini zehirlediler, körleştiler ve daha da zalimleştiler.

Devrimin ilk günlerinden itibaren yaptıkları zalimlikleri, ‘O günün zor şartlarında bir çıkış yolu’ olarak anlamlandıran ve masumlaştıranlarla aynı fikirde değilim.

Faşist oligarkların, vardıkları trajik sona üzülecek de değilim.

Bütün bunları niçin bir kere daha zikrettim?

Bugün ısrarla bir ‘kutuplaşmadan’ dem vuranların, dün, sahip oldukları güçle, ret, inkâr, korku, dayatma politikalarıyla karabasan gibi çöktüğü bu topraklardaki ‘çok sesliliği’ bastıran, ‘farklılıkları’ tehlikeli gören, kutuplara tahammülsüz, tek kutupçu devrimbaz bağnaz zihniyetin vasîleri olduğunu hatırlatmak istedim.

Millî iradenin iktidarıyla biraz olsun toparlayan ülke vasatında, ‘özgürlük zehirlenmesi’ yaşayanlar dahil, çıkan sesleri ‘çok sesliliğin dili’ değil,‘kutuplaşmanındili’ diyerek yaygara koparan, korku edebiyatı yapanların Kemalist oligark kalıntıları olduğunu, müzmin hastalıklarının aynı patolojiyle devam ettiğine dikkat çekmek istedim.

Bugünün Türkiye’sinin kat ettiği mesafeyi, ret ve inkâr ve korku hasatçısı devrimbaz laik bağnazlara rağmen başardığını herkes biliyor.

Kutuplaşma dili ve edebiyatıyla bir yere varamayacaklarının, tecrübî olarak kendileri de farkında.

Artık,‘yüzsüzlüğü’ bırakıp kendileriyle ‘yüzleşmeyi’ denemelerini tavsiye ediyorum.

Hainlerin kolay kolay iflâh olacaklarına inandığımdan değil.

 Allah’ın rahmetinden, asla ümit kesmediğim için…