Mecidi’yi beklerken…

Abone Ol

İranlı büyük sinemacı Mecid Mecidi, uzun yıllar süren çalışmalarının ardından, Hz. Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı yeni filmiyle geliyor. Biz de bu vesileyle, film hakkındaki tartışmalara değinirken, hem filmin yapım aşamasında gerçekleşen mucizevi bir hikayeye ve hem de birbirinden güzel filmlerle ışıldayan Mecid Mecidi filmografisine bir daha göz atalım istedik.

İranlı büyük sinemacı Mecid Mecidi’nin, Aleyhisselat-ü Vesselam Efendimiz’in hayatının ilk dönemini anlatacağı yeni filmi, bu yıl 27 Ağustos-7 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek 39. Montreal Film Festivali’nin açılış filmi olarak belirlendi. Türkiye’de gösterime gireceği tarihle alakalı henüz bir bilgi yok.

Filmle ilgili tartışmalar, henüz senaryo bile ortada yokken başlamıştı. Bizdeki “suret” yasağının İran’da çok da karşılık bulmayan bir şey olmasından ötürü endişeler vardı. Yönetmen Mecid Mecidi, filmde kesinlikle “suret” gösterilmeyeceğini beyan etti. Fakat, Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v.) çocukluk günlerine ait bazı sahnelerde arkadan tasvir edildiğini belirtti.

Sünni ve Şii kaynakların ortak noktaları

Bir diğer tartışma da, Siyer-i Nebi’nin Sünni kaynaklara mı yoksa Şii kaynaklara mı dayandırılacağıydı. Mecidi bu tartışmada da, iki görüşün de ortak noktalarından hareketle bir senaryo yazıldığını, ihtilaflı alanlardan kaçınıldığını ifade ederek, şunları söyledi:

“Biz, Müslümanlar arasında vahdete katkı sağlayacak, ihtilaflara yol açmayacak bir dönemi, yani Peygamberimizin çocukluk dönemini seçtik. O dönemi anlatmak suretiyle insanlık aleminin İslami değerlere olan ihtiyacını vurgulamak istedik. Yani o dönemi anlatarak, bugünün Batı dünyasının İslami değerlere olan ihtiyacına dikkati çekmeye çalıştık.”

Storaro: Allah-u nuru’s-semavati ve’l-ard

Biz, tüm bu tartışmaların ötesinde, filmin henüz kamera arkası ekibi oluşturulurken yaşanan bir hadiseye hususen dikkat çekmek istiyoruz.

Bu büyük filmin görüntü yönetmeni koltuğunda sinema tarihinin en büyük isimlerinden biri, İtalyan Vittorio Storaro oturuyor. Storaro ki, Bernardo Bertolucci ve Francis Ford Coppola gibi yönetmenlerle çalışmış, Apocalypse Now (Kıyamet), The Last Emperor (Son İmparator) ve Ultimo Tango a Parigi (Paris’te Son Tango) filmlerine imza atmış biri. En iyi görüntü (sinematografi) dalında üç Oscar’ı var.

Peki bu buluşma nasıl gerçekleşti?

Mecidi anlatıyor:

“Bu film için Storaro’yla çalışmayı çok istiyordum. Herkes bana, ‘O asla böyle bir film için “İslami terör” ülkesi diye bilinen İran’a gelmez’ diyordu. Ajansıyla görüştük, pek de ilgilenmeyip yurtdışında olduğunu söylediler. Birkaç gün sonra bizzat kendisinden bir cevap geldi, ‘Allah-u nuru’s-semavati ve’l-ard’ (Allah, göklerin ve yerin nurudur) diye başlayan cevabı, ‘Yüce Rabbimin gönderdiği bir projede yer almaktan gurur duyarım’ diye devam ediyordu. Bu cevap ve bizimle çalışmak istemesi gerçekten bir mucizeydi. Biraraya geldiğimizde uzun uzun filmlerimizden söz ettik. Yalnız, gözlerinde anlatmak istemediği bir sır vardı. Israrla sorunca şöyle cevap verdi: ‘Hiç şüphem yok ki ben bu filme davet edildim. Uzun zamandır “Yeryüzü Peygamberlerinin Işığı” adlı bir kitap hazırlığı içindeydim, üç aydır Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayatını okuyordum. Bana e-mailiniz ulaştığında O’nun miracını rüyamda gördüm. Bu beni çok etkiledi.’”

Her şey Ravza-i Mutahhara’da başladı

Biraz daha geriye gidelim, çünkü -Allahua’lem- bu sürecin kilidi, henüz fikir aşamasındayken yaşananlarda saklı. Söz yine Mecidi’de:

“Bu filmi çekmeye karar verdikten sonra, bir arkadaşım ‘Bizzat Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) git ve niyetini aç’ dedi. Ben de Ravza-i Mutahhara’ya gidip dua ettim ve Aleyhisselat-ü Ves’selam Efendimiz’in kabr-i şerifinin karşısında durup, hayırlısıyla böyle bir film çekmek istediğimi, çekincelerimi ve hislerimi uzun uzun anlattım. Gerçekten de film boyunca büyük bir manevi gücü hep üzerimde hissettim. En zor şartlarda bile Allah’ın yardımıyla sorunlarımız kolayca çözüldü.”

Ne muazzam bir hikaye… Hatta bu hikayenin de filmi yapılsa ne güzel olur.

***

Filmi henüz izlemedik. Bildiklerimiz yalnızca bunlar. Velakin, böyle bir hazırlık safhasıyla ışıldayan bir projenin, Ümmet-i Muhammed için rahmet ve bereket doğuracağına inanıyoruz.

Cenab-ı Allah, Mecid Mecidi’nin işlerini hayırla kolaylaştırsın, Vittorio Storaro’ya hidayet nasip etsin. Film, Mecidi’nin ümit ettiği üzere, Ümmet-i Muhammed için ihtilafın değil, ittihadın filmi olsun inşaallah.

Mecid Mecidi’yi neden çok sevdik?

İki küçük kardeşin, Ali ile Zehra’nın hikayesi…

Ali, Zehra’nın tamirdeki ayakkabısını zayi eder. Babalarına durumu bildirmekten çekinirler, çünkü babaları kendilerine çok kızacaktır. Ayrıca, öyle olmasa bile, yoksul ailenin durumu yeni bir ayakkabı almaya bile müsait değildir. İki kardeş, tek bir çift ayakkabıyla okula giderler, önce biri giyer, okul bitip dönerken ayakkabıyı diğerine verir. Derken, Ali’nin gözüne okulun düzenlediği bir koşu yarışma çarpar. Yarışmanın ödüllerinden biri ayakkabıdır. Fakat bu ödül, yarışmanın birincisine değil, üçüncüsüne verilecektir. Ali yarışmaya katılmaya karar verir.

Sinemada “Kardeşi için fedakarlık” bahsi ne zaman açılsa heyecanlanırız. Eğer yönetmen Mecidi ise daha çok heyecanlanırız.

Beçheha-i Aseman, 1999 yılında düzenlenen Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” Oscar’ına aday olmuştu.

“Reng-i Huda”nın asıl karşılığı “Allah’ın boyası…”

Gözleri görmeyen öksüz Muhammed, körler okulunda okumaktadır. Yeni bir evlilik yapmak üzere olan babası, Muhammed’i nenesinin yanına bırakır. Muhammed, gözleri görmediği için kendisini kimsenin sevmediğini düşünür. Hatta, filmin bir yerinde gözyaşları içinde şunları anlatır:

“Kör olduğum için herkes benden kaçıyor. Eğer görebilseydim diğer çocuklarla birlikte köy okuluna devam edebilirdim. Ama dünyanın ta öbür ucundaki körler okuluna gitmek zorundayım. Öğretmenimiz, Allah’ın bizleri diğer kullarından daha çok sevdiğini söylüyor ama ben de diyorum ki, madem öyle, bizi kör yaratmazdı ki, böylece O’nu görebilelim. Öğretmenimiz dedi ki, ‘Allah görünmezdir. O her yerdedir. O’nu hissedebilirsin. O’nu parmağının uçlarını kullanarak görebilirsin.’ Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım. Bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dahil, her şeyi anlatacağım.”

İnşaatta çalışan genç Latif, paragöz, kaygısız, nemelazımcı, ama bir o kadar da saf biridir. Şantiyede İranlılarla birlikte, kaçak olarak ülkeye girmiş Afganlılar da çalışmaktadır, fakat kaçak durumlarından dolayı sigortaları da yoktur. Günlerden bir gün Afgan işçilerden biri inşaattan düşer ve feci şekilde sakatlanır. Onun çalışmaması demek ailesinin iyiden iyiye zor duruma düşmesi demektir. Bunun yerine, pek bir çelimsiz olan çocuğunu kendisi yerine çalışmak üzere şantiyeye gönderir. Latif, bu yeni gelen elemanı hiç sevmez. Çünkü Latif’in mutfak işleri ona teslim edilmiştir, Latif’se ameleliğe sevk edilmiştir. Derken, Latif, bu çelimsiz gencin sakladığı büyük sırrı öğrenir ve hayatının en büyük dönüşümünü geçireceği hikmetli bir yola ilk adımını atar.

Galiba Mecidi’nin filmlerini, “Baran’dan öncesi, Baran’dan sonrası” diye ikiye ayırmamız gerekiyor. Nitekim, Baran’la birlikte Mecidi filmlerinde mizah, karmaşa ve görsel ve işitsel dinamizm biraz daha öne çıkıyor.

Bîd-i Mecnun, Mecidi filmografisinin en aykırı filmi: Çok acımasız, çok vahşi.

Üniversitede dersler veren profesör Yusuf, doğuştan kör biridir. Eşi dostu aracılığıyla, hastalığının tedavisinin bulunduğunu, bunun için Fransa’da ameliyat olması gerektiğini öğrenir. Fransa’ya gider, ameliyat olur, gözleri açılır. Ne olursa bundan sonra olur. Ülkesine adım atar atmaz, daha havalimanındayken, “açılan” gözleri başına bela olmaya başlar. O gözlerini kullanmaya başladıkça kalp gözü kapandıkça kapanır. Nefsi, gözleri aracılığıyla Yusuf’u tamamen ele geçirir. İş hayatı da, sosyal hayatı da, evliliği de büyük bir çöküşün eşiğine gelir.

Evvelki filmlerinde, Mecidi, her kim olursa olsun insanoğlunun fıtratının iyilik üzere olduğuna işaret etmişti. Bîd-i Mecnun’da ise, bu fıtrat üzerindeki tozu temizlemeye yönelik gayret gösterilmediği takdirde, insanoğlunun nasıl bir uçuruma sürükleneceğini anlatmak ister gibidir.

Mecidi’nin diğer filmlerinden irili ufaklı rollerde görülen Rıza Naci, bu filmde başrolde.

Kerim Ağa, çalıştığı çiftlikteki bir anlık dalgınlık sonrası devekuşlarının firar etmesi nedeniyle buradaki işinden olur. Öte yandan, iki çocuğundan büyük olanın Heniye’nin işitme cihazı arızalanmıştır. Kerim Ağa, evini geçindirebilmek ama en başta da kızına yeni bir işitme cihazı alabilmek için büyük şehre çalışmaya gider. Büyük şehirde olmadık insanlarla, olmadık olaylarla karşılaşan Kerim Ağa, o yaşında hayatının belki de en büyük kırılmasını yaşayacaktır.

Anne tarafı Azeri olan Mecidi, her filminde Azerilere muhakkak yer açıyor. Bu filmde de, Azeri aile reisi Kerim Ağa, şöyle Türkçe bir türkü söylüyor: “Per per olub küllerimiz/Ağlıyir gözlerimiz/Yadıma her dem düşür/O geçen günlerimiz/Yalan dünya, yalan dünya/Civani derde salan dünya/ah yalan dünya.”