Tom Gormican imzalı Anaconda, Hollywood’un uzun süredir pençesinde kıvrandığı yaratıcılık krizinin trajik örneklerinden biri olarak izleyişinin karşısına çıktı. Daha evvel That Awkward Moment ve The Unbearable Weight of Massive Talent gibi nispeten ‘başarılı’ iki film çekmiş olan yönetmen, kendince bir meta katman eklemeye çalışarak, orijinal Anaconda’yı yeniden çekmeye çalışan film ekibini konu alıyor. Başrollerinde Jennifer Lopez, Jon Voight, Eric Stoltz ve Ice Cube’ün yer aldığı, Luis Llosa imzalı, 1997 yapımı orijinal Anaconda, sinema tarihinin en büyük şaheserlerinden biri değildi belki, ancak dürüst bir B-tipi film olma özelliğini taşıyor, seyircisine samimi bir gerilim ve dönemin şartlarında etkileyici bir atmosfer sunuyordu. Gormican ise bu mirası alıp, onu modern zamanın o her şeyi tiye alan ve sonuçta hiçbir anlam ifade etmeyen alaycı diliyle yerle bir ediyor. Film, tıpkı geçtiğimiz haftalarda vizyona giren, 40 yıllık Predator efsanesini, ‘evcilleştirilmiş predator’ denemesiyle tarumar eden Predator: Badlands’in kaderini paylaşıyor.
Orta yaş krizindeki bir grup arkadaş, hayatlarının en büyük hatasını yaparak Amazon ormanlarına, hayallerindeki Anaconda filmini çekmeye giderler. Ancak hikâye ilerledikçe inşa edilmeye çalışılan bu meta-kurgu, filmin kurtarıcısı değil, en büyük zayıflığı haline geliyor. Senaryo, "biz aslında kötü bir film yapıyoruz" savunma mekanizmasını o kadar sık kullanıyor ki bir noktadan sonra izleyici için gerçek bir sinema deneyimi yaşamayı imkânsız kılıyor. Birbiriyle alakasız skeçlerin bir araya getirilmesinden ibaret, olay örgüsü arasındaki mantık bağları tamamen kopuk, karakter motivasyonları ise ancak bir çizgi filmde görebileceğiniz kadar rastgele durumda. Senaryonun bir diğer acı tarafı, içine düştüğü mantık hataları ve bunu komedi kılıfıyla geçiştirmesi. Amazon’un derinliklerinde, telefonların çekmediği o balta girmemiş ormanlarda karakterlerin sahip oldukları teknolojik imkânlar, fizik kurallarını hiçe sayan kaçış sahneleri, yılanın sadece senaryo gerektirdiğinde ortaya çıkıp, diğer zamanlarda ormanda değilmiş gibi davranması, insanların da bu tavırda olması, asla bitmeyen mermiler, son saniye kurtarışları ve kötü adamın ölmeden önce yaptığı o beyhude konuşmalar gibi Hollywood klişeleri ‘ironi’ maskesiyle sunulsa da aslında izleyicinin zekâsına hakaret niteliğinde.
Mizahın tonunu da hiçbir noktada tutturamayan yapımda; zekâ pırıltısı barındırmayan zorlama espriler, çoğu zaman bayat ve öngörülebilir olmaktan öteye gidemiyor. Filmde karakterler konuşmuyor, hiçbir derinliği olmayan diyaloglarla birbirlerine adeta sosyal medya esprileri saçıyorlar. Şakalar, karakterlerin içinden doğmak yerine, seyirciye “şimdi gülmeniz gerekiyor” diyen bir üst ses gibi. Her bir sahnenin altında yatan o ‘meta’ gönderme kaygısı, akıcılığı tamamen yok ediyor. Dolayısıyla mizah, gerilimi destekleyen bir unsur olmak yerine, filmin içine sızan ve her türlü atmosferi kurutan bir parazite dönüşüyor.
Jack Black ve Paul Rudd gibi isimlere rağmen, izleyicinin karşısında gerçek insanlar değil, sadece Hollywood klişelerinin birer karikatürü var. Korkak ama son anda cesaretlenen adam, tükenme sendromu yaşayan ikinci sınıf aktör ve geçmişiyle barışmaya çalışan başarısız yönetmen tiplemeleri ilk on dakikada kendilerini tüketiyor. İzleyici, bu karakterlerin başına ne geldiğiyle artık ilgilenmiyor, çünkü film onların birer insan olduğunu unutturup, sadece espri yapmak için orada bulunan figürler olduklarını her fırsatta hatırlatıyor. Karakterler o kadar derinliksiz, aralarındaki bağlar o kadar yapay ki birbirleriyle olan sözde duygusal çatışmalar sadece süreyi uzatmak için eklenmiş hissi yaratıyor. Karakter kimyalarının da asla uyuşmadığı yapımda, herkesin kendi skecini oynayıp yahut kendi esprisini patlatıp sahneden çekilmeyi beklediği bir kaos hakim.
Marvel evreninin ‘Ant-Man’i olarak bilinen Paul Rudd, o meşhur sempatik ve şaşkın adam karakterini artık otomatiğe bağlamış durumda; öyle ki bu filmde izleyiciye tek bir yeni duygu kırıntısı dahi sunmuyor. Jumanji, School of Rock, Gulliver's Travels gibi vasat komedilerin vasat aktörü Jack Black ise kendi karikatürüne hapsolmuş, sürekli bağıran ve fiziksel komediyle durumu kurtarmaya çalışan bir imaj çiziyor. The Pursuit of Happyness, Mission: Impossible II, Solo: A Star Wars Story gibi büyük bütçeli filmlerin yanı sıra Westworld, Wednesday gibi başarılı TV serilerinde adından söz ettiren Thandiwe Newton gibi dramatik yeteneği yüksek bir oyuncunun, böylesine sığ bir senaryoda sadece bir dolgu malzemesi olarak kullanılması ise anlam verilebilir değil. Finale doğru arz-ı endam eden Ice Cube ve Jennifer Lopez’in nostaljik ama kısa rolleri de can çekişen yapıma can suyu olamıyor.
Filmin, derinlik algısından yoksun, düz ve düşük bütçeli bir televizyon dizisi estetiğindeki görüntü yönetimi; Amazon’un o tekinsiz, nemli ve klostrofobik havasını yansıtmak yerine, adeta bir sosyal medya filtresi altında çekilmiş parlak, steril ve sahte bir görsellik sunuyor. Bu zayıf görselliğe eşlik eden yapay ışıklandırma ise orman sahnelerinin çoğunun stüdyo konforunda çekildiğini her karesiyle ele veriyor. 90’lı yıllardaki orijinal filmin o karanlık, çamurlu ve fiziksel tehdit barındıran dokusundan eser yok. Filmin en büyük vaadi elbette anakonda sahneleri; ancak CGI teknolojisinin zirve yaptığı bu devirde, dev yılanın bu denli plastik ve yapay görünmesi kabul edilebilir değil. Yılanın çevreyle olan etkileşimi, ağırlık merkezi ve hareketleri inandırıcı olmaktan o kadar uzak ki perdede bir canavar değil de henüz tamamlanmamış bir animasyon taslağı izliyormuşsunuz hissi yaratıyor. Diğer teknik dallarda da durum farklı değil; kurgu ritimsiz, ses tasarımı ise sahnelerdeki gerilim eksikliğini kakofonik bir gürültüyle kapatmaya çalışarak yoruyor.
Ezcümle; Tom Gormican’ın yönetmenliğinde heba edilen yeni Anaconda, kendi varlığına dair bir neden sunamayan, sinema sanatı adına hiçbir artı değer taşımayan, sadece markanın bilinirliğinden faydalanıp seyircinin vaktini heba etmeye yönelik ticari bir hamle. 1997 yapımı orijinal filmin düşük bütçeli cazibesini özletir nitelikteki film, vizyonsuzluğun ve kolaya kaçmanın bir özeti. Yönetmenin, tonunu bir türlü belirleyemediği; ne bir parodi olmayı ne de bir canavar filmi olmayı başaramayan, kimliksiz ve ruhsuz bir seyirlik olarak sönüp gidiyor. Afişinden de anlaşılacağı üzere, bu anakondanın ne zehri, ne dişleri, ne de bir tehdidi var... Kendisini dahi ciddiye almaktan aciz bir remake olan yapım, Hollywood’un eskimiş fikirleri ısıtıp ısıtıp yeniden sunma saplantısının bir yansıması sadece.