Muammanın sürüklediği yeni yer (II)

Abone Ol

Hüseyin Yahya Şekerci

twitter.com/HYahyaSekerci

“Postmodernitenin önünü açtığı din, yüksek/aşkınsal hakikat ile bağını koparmış, öte dünyadan ziyade burayı dünyayı merkeze almış, bireysel duygulanımdan kaynaklanan, modernitenin erittiği insan ilişkilerini canlandırmaya çalışan bir din.”

Aynı başlığı taşıyan ilk yazıda Batı’nın tarihsel, fikri ve sosyolojik bir gerçeği olan modernizm ile kavgaya tutuşan postmodernizmin genel dinamiklerini okumaya, anlamlandırmaya çalışmıştım. Bu ikinci yazıda ise daha ziyade postmodern perspektiften kalkarak din tasavvurunun nasıl şekillendiğini ve Müslümanların zihninde nasıl bir tesir oluşturduğunun izahına çabalayacağım.

Hakikat, aklın yeri, evrensellik konularında modernizmin söylencesini birer meta anlatı olarak değerlendiren postmodern akıl, tabii olarak inançların vaz’ettikleri hakikate, hakikatin kaynağı konusuna ve dolayısıyla bu anlayışın tezahürü olarak mevcudu anlama noktasındaki bakış açılarına da doğrudan müdahale etmiştir. Bu bağlamda gelinen dönem itibariyle bir ‘gerçek/hakikat var mı yok mu’ sorusu insanlık açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor elbette.

Batı metafizik düşünce tarzının oluşturduğu hakikat meselesinin, modernizmde olduğu gibi potmodernizmin de tesiri ile Müslüman dünyayı etkilediği düşünülürse hakikate yapılan atıf ve onun kaynağına ilişkin anlatıların hayati bir önem arz ettiğini bilmemiz gerekir. Hakikatin ve kaynağının verili bir şey olduğunu birçok metinde görebildiğimiz bu kavramsal çerçeve, bizim gibi “dogmatik” toplumlara uyacak değil herhalde. Zira Batı aklı, hakikatin -ne kadar aşkın olduğunu söylerlerse söylesinler- rasyonel bir şey olduğunu ve ona akıl yoluyla ulaşılabileceğini düşünmüştür. Grek’te de aynı görüşleri Parmenides’te, hatta Platon’da bulmak mümkün. Batı metafizik düşünce geleneğinin biçim verdiği bu hakikat anlayışına yeni bir soluk getiren modernizmin iddiası ise hakikatin aşkınlığını öznenin içinde kazanmış olması söylemidir. Subjektivite denilen, Descartes’in öznesinin “yalıtık özne” olarak oluşturulmasıyla birlikte artık öznenin ‘ben’inde inşa edilen ve orada cihanşümul nitelik kazanan hakikat anlayışına evrilmiştir. Batı düşünce geleneği içinde akılla izah edilemeyen, onunla çatışan unsurların irrasyonel olduğu gerekçesiyle dışarıda tutulduğunu net olarak söyleyebiliriz.

İslam’ın bir hakikat iddiası ve hakikatin kaynağına ilişkin bir sabitesi vardır mutlaka. İlim ve mülk Allah’ındır bize göre. İslam düşünce geleneğine baktığımız zaman da bu verinin, ilmi rasyonel bir okumaya tabi tutma ya da herhangi bir beşeri referansla tüketme iddiasına doğru götürmediğini ifade etmek yerinde olacaktır. Örneğin ilahi vahiyde “şüphesiz doğrusunu Allah bilir” gibi güçlü ifadeler mevcuttur. Onun için bizim hakikat ile kurduğumuz ilişki hümanistik, hakikatin değerini onaylayan, tespit eden ve üzerinde karar kılan bir ilişki değildir. İnsan merkezli bir anlayış içinde olmaması nedeniyle, bundan bize ait düşünce tarzının nasıl etkileneceğinin üzerinde tekrar tekrar tefekkür etmek elzemdir. İslam düşünce geleneğine bakıldığında metafiziksel söyleme karşı belli bir reaksiyonların var olduğunu görüyoruz. Bu yeni bir tartışma değil kuşkusuz. İslam düşünce geleneğine dair şunları tespit etmek zorundayız; hakikate ulaşmak için bir çaba muhakkak surette vardır fakat net olarak tespit etme yetkisi kimsede yoktur. Alim kendisini o yetkide görmez ve sonuçta “en doğrusunu Allah bilir” der. Bu bizim anlayışımızda ‘tevekkül’ olarak isimlendirilmiş bir terimdir.

Peki postmodern dönemin din alanına yansıması nasıl oldu? Din tasavvuruna nasıl etki etmiştir? Bu iki sorunun cevabını sadece fikri değil aynı zamanda sosyolojik bir çerçevede verebilirsek meselenin daha da şeffaf hale geleceği kanaatini taşıyorum. Modernite ile bir mukayese ve tarihsel sürekliliği kaçırmamak adına bir bütünlük içinde gitmekte fayda var. Evvela şunu bir yere not edelim: Modern sekülarizasyon projesi tutmadı. Sosyolojik din denen, devletten ve toplumsal alandan soyutlanmış, salt kişi vicdanına sıkıştırılmış din algısı istenen sonucu vermedi.

Aydınlanmanın bir projesi olan, yani kişiyi ‘özel alana’ hapseden proje; insanı, steril bir seküler alan oluşturularak, akıl temelinde kurgulanan bir birey, özgürlüğünün farkında ve devletle ilişkisini rasyonel düzlemde tanzim etmiş olan bir toplumsal varlık olarak konumlandırdı. Bu aynı zamanda liberalizmin tayin ettiği bireydir. Ancak bu sözde ideal model gerçekleşmedi/gerçekleşemedi. İnsanı dinden kopararak, cemaatinden, evinden kopararak atomize bireyler haline getirmeyi murat eden bu proje tutmadı. Tam bu noktada postmodernizmin misyonu ‘yuvaya yeniden dönüş’ diyebileceğimiz din ile barışık bir ilişki kurmanın imkanını meydana getirmesidir kimilerine göre. Bunu ifade ederken modernitenin nasıl bir dinle yaka paça olduğu; geri dönen, önü açılan din nasıl bir dindir gibi soruların cevaplarını vermek lazım.

Bir defa din mefhumu ilahi/aşkın bir kaynakla doğrudan bağlantılı. Gerçeği sosyolojik, hakikati ise felsefi olarak konumlandırırsak, Nietzsche’den bu tarafa perspektivizmin etkisi altında olduğumuzu söylemek mecburiyetindeyiz.

Bilindiği gibi perspektifcilikte hayat ancak perspektif çokluğuyla anlaşılabilir, değerlendirilebilir. Tek bir bakış sorunludur ve her bir bakış açısı kendi sınırlılıklarıyla belirlenir. Dolayısıyla perspektivizm bakış açıları çoğulluğu şeklinde formüle edilebilir. Tabi bu fikrin teklif ettiği, anlattığı şey, gerçeği kişinin kurduğu, kişinin belirlediği bir anlayıştır. Tümel, kapsayıcı bir gerçeğinin olmadığı iddiasıdır bu da.

Hangi din?

Şimdi, bu bakış açısını merkeze koyduğunuzda, dinin bir hakikat iddiasında bulunduğunu göz önüne aldığımızda Nietzsche’nin söylediği şey ile çatışan bir durumun ortaya çıktığı görülecektir. Kaldı ki din ontolojik olarak kapsayıcıdır, tümeldir. Postmodern söylem yukarıdaki izahtan hareketle öte dünya odaklı bir din anlayışından çok uzakta bir varsayımda bulunuyor. Postmodernitenin önünü açtığı din, yüksek/aşkınsal hakikat ile bağını koparmış, öte dünyadan ziyade burayı dünyayı merkeze almış, bireysel duygulanımdan kaynaklanan, modernitenin erittiği insan ilişkilerini canlandırmaya çalışan bir din.

Buradaki dinden kasıt insanın psikolojik ihtiyaçlarından dünyada ters giden şeylerin giderilmesi bağlamında bir ‘yardımcı güç’ olarak tahkim ediliyor. Dinleri olduğu gibi, kendi çerçevelediği alan dahilinde değerlendirmekten ziyade ona bir yer ve misyon bulma işidir postmoderniteninki. Eğer din birey yaşamına indirgeyebileceğimiz, kişinin kendini iyi hissetmek için iyi bir nedense ‘evet’; buna mukabil, eğer dünyayı tanzim etme, kültür, medeniyet üretme gibi bir iddiası varsa ‘hayır’ diye sloganlaştırabileceğimiz bir düşünceden söz ediyoruz. Bu zaviyeden bakınca da modernizmin dine karşı takındığı tavrın bir sürdürücüsü olduğu gibi bir sonuç çıkıyor karşımıza. Evet modernitenin radikalliği şiddetinde bir karşı çıkış değil belki ancak, dini indirgeyen bir nokta bu. Bugünün bireyinin sorunlarını aşmak için her şey makbuldür ve ‘kullanılabilir’ postmodernizme göre.

İslam’a bakıldığında ise salt birey yaşamını değil aynı zamanda, -hem kendi vaazı hem temel kaynakları ve hem de kendi tarihselliği nazarından bakıldığında- dünyaya nizam verme gibi bir iddiası/gerçekliği olduğunu ortaya koyduğumuz zaman, postyapısalcı aklın karşı çıkabileceği pek çok unsur barındırdığını rahatlıkla söylemek mümkün. Artık yegane meydan okuyucu olarak İslam’ın bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilecek makro düzeydeki söylemlerinin varlığı, onu sözünü ettiğimiz anlayışın aleyhine bir duruma ve karşı konulması gereken bir düşmana dönüştürmüştür.

Modernitenin geçit vermediği din ile postyapısalcı aklın içeriye buyur ettiği dinler başlığını açtığımız zaman “tanrı” kavramının bu iki akıl tarafından nasıl değerlendirildiğine bakmak icap eder. Modernizmin insanın hayatın salt rasyonel bir açıyla anlaşılmasına mukabil; aslında pek çok şeyin irrasyonel bir içerik taşıyabileceğine dair geliştirilen postmodern yaklaşım, “tanrı” anlayışını da bu çerçeveye oturttu. Az önce ifade edildiği gibi ‘ancak bir yardımcı unsur olarak din’ fikri kabul görmüştür. “Tanrı” ise aydınlanmanın savaştığı “tanrı” değil insanı korkuya, endişeye sevk etmeyecek, daha edilgen bir figürdür artık. Kaldı ki din nedir sorusuna verilecek cevaplar da beşer aklına ve perspektivizme indirgenmiş bir tabloyu karşımıza çoktan çıkarmıştır. İşte bireysel dinler denen çeşitli inançların da bu bağlamda ortaya çıktığı, muteber kabul edildiği ve hatta desteklendiği ortadadır. Ama bu durum belli bir form çerçevesinde tanımlanmış, dinlerin kendi tariflerinden ve iddialarından bağımsızdır. İslam ile çatışan pek çok noktayı burası açık ediyor. İnsanın inanma ihtiyacına karşı koymanın beyhude olduğunu gören söz konusu akıl, dini/inancı kendince modern çerçevede oluşturarak bir okuma yapmıştır.

Müslümanların istikameti

Bugüne gelindiğinde Müslümanlar iki şekilde yürüyorlar. Bunlardan ilki postmodern tepki diyebileceğimiz, fundamental algının ekmeğine yağ süren bir anlayış ve tezahürleri. İkincisi ise geleneksel diyebileceğimiz, dipten giden bir dalga olarak İslam’ın insanlığa yeniden söyleyebileceği sözlerinin olduğunu ifade eden, kültür ve medeniyet üretebilecek bir kapasitede olduğunu savunan, bu savunmayı da kendinden menkul söylemlerle gerçekleştirmeyi amaçlayan bir arayış söz konusu.

Son kertede postmodernitenin moderniteye ait açıkları kapatmaya yönelik bir şey olduğunu da söyleyebiliriz, onun aynı zamanda kaotik ortam oluşturan bir unsur/proje olduğuna dair de söylem geliştirebiliriz.

Müslümanların alabilecekleri pozisyon noktasında ‘gerçek’ bir sorun var mı sorusuna benim verebileceğim hayır olacaktır. Olup bitenleri anlama noktasında ciddi bir sorun yok derken, İslam’ın vaz’ettiği Allah-insan-hayat ilişkisindeki netliğin yerini olduğu gibi koruduğu ve bunun Müslümanlarca hatırlanmasının icap ettiği düşüncesindeyim. Zira inancımız, Batı aklının ifade ettiği gibi her şeyi sevk ve idare edebileceğimiz yanılgısına düşmekten bizi alıkoyuyor. Dolayısıyla varlık idraki noktasında durum, kompleks ya da karmaşık değil. Bununla birlikte şu uyarıları da yapmakta fayda var: Postmodern dönemin retoriğine kapılarak hümanistik bir söylemi tercih etmemizin yanlışlığını anlamak lazım; salt bilgi üreterek söz söylemenin makul olmadığını anlamak lazım. Zira bugün önümüzde duran mesele epistomolojik değil ontolojik bir meseledir. Neye maruz kaldığımız tespit ederken onu gereğinden fazla ciddiye almak ancak o sele kapılmak, onun içinde kaybolmak anlamını taşıyacaktır.