“Ne diktatörlük ne işgal” demek mümkün mü?

Abone Ol

Trump’ın tehditlerinden sonra Avrupa Parlamentosu’nun da yüzde 68 gibi bir oranla seçilmiş Maduro’yu gayrı meşru ilan etmesi, Türkiye’de dikta rejimleri konusunda çok hassas olan, özgürlükçü, “demokrasi muhafızı” bazı aydınlarımızı derinden etkiledi.

Onlara göre, ABD işgalinin yanında yer almak kabul edilemez ama bir diktatörlüğü de savunacak değiller. İşgaller ve sonunda yaşanan yıkım konusundaki hassasiyetleri elbette göz yaşartıcı. Sanırım böyle olduğu için Afganistan’daki ortaçağ kafalı halkın, Irak’ta Bush’a diz çökmediği için “Saddam’a canımız feda” diye slogan atan milyonların ölümüne fazlasıyla üzülmüş olmalılar.

Aklı başında kimse, ne Kaddafi’nin ne de Saddam’ın “otoriter” bir rejimle ülkelerini yıllarca yönettiği gerçeğini yadsıyamaz. Fakat kimse, bu rejimlerin Batı tarafından milyonlarca masumun ölümü pahasına ortadan kaldırılmasının, “halkların yararı” için yapıldığını da iddia edemez herhalde.

Herkes apaçık bir şekilde biliyor ki, ABD ve Haçlı Koalisyonu için ne Irak ne Libya ne de Afgan halkının “özgürlük ve adalet” talebinin zerre kadar bir değeri yoktu. Onlar, kendi iktidarlarının önünde engel olarak gördükleri bu rejimleri, sadece kendi emperyal çıkarları için yok ettiler. Bu rejimleri devirirken, ülkeleri yağmaladılar, insanları katlettiler. Sadece Afganistan’a atılan bomba miktarı, II. Dünya Savaşında atılan toplam bombanın iki katıydı ve bu sebeple ülkenin topoğrafyası değişti.

Bu kadar korkunç bir zulüm yaşanmışken, demokrasi muhafızı yazarlarımızın ABD’ye açıkça arka çıkmaları elbette mümkün değil. Onun için yandan dolanıyoruz.

“İşgal kötü de, dikta iyi mi? Müstebit bir rejime arka çıkmak adalet anlayışına sığar mı? Üçüncü bir taraf olmak lazım” sözünün gerçek hayatta bir karşılığı yok. Çünkü, işgal kapıdayken bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen üçüncü bir taraf olmanız mümkün değildir. Zaten düşman size böyle bir tercih konforu sağlamaz.

Irak’ta en büyük Saddam muhaliflerinden Mukteda Sadr (öyle ki Saddam idam edildiğinde cellatlar Mukteda diye bağırmışlardı) işgalin başında ABD’ye karşıymış gibi bir pozisyon almış; fakat yeni rejim kendisine 6 bakanlık verince direnişi Necef’te sona ermişti. Sonradan anlaşıldı ki, Sadr başından beri tam bir şark kurnazlığıyla hareket ederek hem ABD’yle hem de İran’la anlaşmış ve pastadan daha fazla pay almak için bir oyun tezgahlamıştı.

Yani savaş başladıktan sonra, “ne ABD ne Saddam” demek imkânsızdı. Zaten İran-Irak savaşı boyunca ülkesine karşı İran’ın safında yer alanların bağımsız olabilmeleri de mümkün değildi.

“Pek özgürlükçü aydınlar”ımızın alışkanlıkları ise hiç değişmedi. Afganistan yerle bir edilirken Taliban’ın din anlayışını; Irak haritadan silinirken Saddam’ın heykel ve saraylarını tartışmayı yüksek “adalet” anlayışlarının gereği saydılar. Şimdi de, dünyanın en büyük petrol rezervine sahip olmasına rağmen, ABD’ye boyun eğmediği için sefalet içinde yaşayan Venezuela’nın yönetimini tartışıyorlar. Eşkıya düzenin ülkeye yönetici tayin etmesi, banka hesaplarına, altınlarına el koyması ise küçük bir teferruat.

Ülkeniz, düşmanın iştahını kabartıyor, sizi ise süslü kelimelerle kandırmaya çalışıyorsa, yapacağınız tek bir şey var: Düşmanın taarruzuna karşı mevzilerdeki yerinizi almak. Sorunlarını düşmanın eteklerinde çözmeye çalışanları ise Irak ve Libya’daki akıbet bekliyor.