Osmanlı’da halkın Ramazan’ı

Abone Ol
Kahvehaneler, fukaranın Ramazan’ında önemli bir yerde durur; özellikle teravih sonrası kahvehaneler çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Kimi kahvelerde Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı okunur, kimisinde ise Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Hem kahvelerde hem de sokaklarda bulunan dilencileri de anmazsak olmaz. Çünkü “Ramazan, dilencinin bayramıdır” denir.

M. Yahya Coşkun

Dört ana başlık altında topladığımız Osmanlı’da Ramazan’ın üçüncü başlığı, fukaranın Ramazan’ı. Fukaranın Ramazan’ını anlatırken fakirleri de ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bâbta, el açıp dilenen dilencilerle, zengin sınıfının altında bulunan, konaklarda yaşamayan ama kendi yağıyla da kavrulan geniş halk kitlesini birbirinden ayırmak gerekir. Öncelikle bu kesimden bahsedelim.

Geniş halk kitlesini oluşturan bu insanlar, Ramazan’dan önce evlerini temizledikleri gibi kendilerini de temizlemek için hamama giderler. Ramazan’da, kendisini manevi olarak temizleyeceğine inananlar, Şehr-i Şerif’e hürmeten bedenlerini temizlemek için hamam yolunu tutarlar. Osmanlı devrinde her zaman özel olan hamama gitme hadisesi, Ramazan öncesinde ise törene dönüşüyor desek mübalağa etmiş olmayız. Hanımlar, hamam öncesi bohçalarını, temiz elbiselerini, orada yiyecekleri yemekleri hazırlarlar. Eğer varsa evin küçük çocuğu, yoksa bakkal çırağını hamama gönderip hamam sorumlusuna ertesi gün hamama geleceklerini söyletirler ve hamamda ailenin yeri ayrılır. Eğer evde yaşlı bir hanım varsa onu da götürebilmek için araba çağrılır; araba mahalleye geldiğinde o ailenin hamama gidişi bir anda mahallenin mevzuu haline gelir. Mahalleli, biraz da imrenerek bu hadiseyi konuşur ve tez zamanda kendilerinin de hamama gitmesi gerektiğine karar vererek bu mevzuu bitirirler.

Ramazan-ı Şerif’de halk, imkanı nispetinde misafir ağırlamak ister. Gücü yetenler birilerini davet edip onları ağırlar, gücü yetmeyenler ise başkalarına misafir olurlar. Halkın sofrasında genellikle bulgur pilavı, ayran ve işkembe çorbası bulunur, halk özellikle Ramazan’da işkembeye pek rağbet ederdi. Yine pastırmalı yumurta, iftar sofralarında, çok meşhurdu. 16. asırdan itibaren domates, patates gibi sebzeler piyasaya girmeye başlayınca onlar da iftar sofralarında kendilerine yer bulmaya başladı.

Fakat Ramazan’ın halktaki karşılığı, iftar sofrası değil bizatihi dinin kendisidir. Halk, bu ayı en iyi şekilde değerlendirebilmenin derdindedir. İnsanlar sabah nazmından sonra uyur, öğlen vakti kalkıp camiye gider, orada mukabele takip eder, cami önlerindeki sergileri izler ve ikindi sonrası maaile türbe ziyaretlerinde bulunurdu.

Cami önlerinde açılan sergilerde, Kuran-ı Kerim, hat levhaları ve başkaca sanat eserleri ile İran’dan ve Çin’den gelen çay takımları, halılar ve kumaşlar satışa sunulurdu. Müslim, gayr-i müslim ahali buraya gelip alışverişini yapar, cami önleri de müşterisi bol sergilere ev sahipliği yapmış olurdu.

Türbe ziyaretleri, halkın gündemini epey meşgul eder; İstanbul’daki evliya protokolüne uygun olarak veliyullah ziyaret edilirdi. Önce mihmandar-ı Rasul Ebu Eyyub El-Ensari, Hz. Yuşa, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Koca Mustafa Paşa’da Sümbül Sinan Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri ve diğerleri sırayla ziyaret edilirdi.

Halkın gündemi Ramazan olduğu için gündelik konuşmaların merkezinde de hangi camide hangi müezzinin bulunduğu, hangi müezzinin sesinin daha tesirli olduğu, hangi vaizin daha iyi hitap ettiği gibi meseleler olurdu. Nüktedan hocaların vaazları özellikle tercih edilir, böyle hocaların şöhretleri çok çabuk yayılırdı. Bir gün mahallenin kadınları toplanıp böyle bir hocanın vaazını dinlemeye gitmişler. Hoca, kelamın şehvetine kapılmış; erkeklere, “eğer cennetlik olursanız şöyle hurileriniz olacak” diye anlatıyormuş. Bu esnada perdenin arkasında bulunan kadınlardan biri perdeyi aralayıp “Hocam peki biz ne olacağız?” diye sormuş. Hoca, kadına şöyle bir bakmış, “Otur kadın, otur! Seni de bir alan bulunur elbet” demiş.

Ramazan’dan önce evkaf nezareti, cami ve mescitlere aydınlatmada kullanılmak üzere bol miktarda zeytinyağı gönderirdi. Fukaranın biri, Ramazan’da, her gece eline kocaman bir somun alıp camiye girer ve ekmeğini zeytinyağına bandırıp yermiş. Bir gün müezzin, zeytinyağının çok çabuk eksildiğini fark etmiş ve gece camide kalıp neler olduğuna bakmak istemiş. Bakmış ki, gece bir fukara gelmiş, bir taraftan ekmeğini banıp zeytinyağını yiyor, bir taraftan da tekerleme söylüyor. Fukaranın tekerlemesi şöyle: “Zeyt, zeytullah. Beyt, beytullah. Ene Abdullah” (Zeytin, Allah’ın zeytini. Ev, Allah’ın evi. Ben de Allah’ın kuluyum) Kendince yaptığı işi de meşrulaştırırken müezzin eline bir sopa alıyor ve tekerlemeye şu cümleyi ilave ederek fukarayı uzaklaştırıyor: “mintarafillah” (Bu da Allah tarafından)

Kahvehaneler, fukaranın Ramazan’ında önemli bir yerde durur; özellikle teravih sonrası kahvehaneler çok kalabalık ve şenlikli olurdu. Kimi kahvelerde Hz. Ali cenkleri, Battal Gazi Destanı okunur, kimisinde ise Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Hem kahvelerde hem de sokaklarda bulunan dilencileri de anmazsak olmaz. Çünkü “Ramazan, dilencinin bayramıdır” denir.

İstanbul’da dilencilik ise kesinlikle ayrı ve özel bir bahistir. İstanbul dilencileri ikiye ayrılır. Birincisi yerli, İstanbullu dilenciler, ikincisi, taşradan gelenler. İstanbullu dilenciler de sabit ve seyyar olanlar diye ikiye ayrılır. Sabit olanlar, genellikle cami ya da türbe önünü mesken bellemiş ihtiyarlardır. Seyyarlar ise kaside ve maval okuyan kimselerdir. Namaz çıkışlarında, kahvehanelerde kasideler okuyan bu dilenciler, yüzlerce beyti ezberden okuyabilirlerdi.