Öyle bir geçer zaman ki…

Abone Ol

Dostluğun, sevgi ve muhabbetin, aşkın samimiyet ile yaşandığı yıllardı.

İnsanlar sözünde durmaya özen gösterirdi; bağlıydı ailesinden gördüklerine, sadıktı borcuna…

Maddî borcu da bilirdi manevi borcu da…

Bugünlere benzemeyen yıllardı. Bilmezdik yalnızlığı… Aileler kalabalıktı.

Bugün de ailelerde kişi sayısı fazla belki; ancak kimsenin haberi yok birbirinden…

Hatırlamak vardı eskiden, arayıp sormak…

Veda değil, vefa vardı; gönül almak, gönülden sevmek…

Ne sosyal mecralar kendi dünyasını kurmuştu ne sanal ortamlarda insanlar…

Saygı vardı.

Meydan okumalar, had bildirmeler yoktu; büyük laflar edilmezdi.

Taş plaklardan sonra kasetlerin hâkim olduğu bir dönemdi ve biz çocuktuk.

Eğer ayakkabısı yırtılmışsa, pantolon değiştirilecekse, bugünkü gibi ‘markalar’ peşine düşülmezdi. Herkes bir marka ayakkabı giymezdi. Ayakkabıcı dükkânı vardı; markalara dağılmamıştı mağazalar. Biraz yıpranan elbiseler, annelerin ellerinden güçlendirilir, terzilerde yeniden ortaya çıkarılırdı.

Ucu açılmış, dikişleri sökülmüş ayakkabıları atmak mümkün mü; bir numara büyük alıp “seneye de” giyilmesinin hesap edildiği günlerde?

Ayakkabıcılar, lostracılar yapıştırır, kalıp açar, diker biçer ‘yeni gibi’ iade ederdi.

Küresel endüstri, ‘markaların çarkları’ üzerimize böylesi yüklenmemiş, reflekslerimizi kuşatmamış, ekonomi kapıları ne açılmış ne aralanmıştı henüz dünyaya…

Bugünlerde hepimize ‘kullanılmış bir gökyüzü’ sunanlar; “Logo yok marka yok” diyerek imzasız reklamlarıyla meydan okuyor. Çünkü eğer ayakkabı alınacak, elbise seçilecekse, güzelliğinden ziyade ‘markası’ artık önceliği hepimiz için…

*

Sofra kurulacaksa eğer, önce gazlı içecekler değil; ayran veya “meşrubat” bilinirdi oysa. Renkleri sonradan ayırdık, hepsi “gazoz” sayılırdı eskiden.

*

Dükkân camlarının önünde hayallere dalan birkaç küçük çocuktuk. Bakarken, dizilmiş oyuncaklara “Bunu alacağım, babam şunu da alacak” diyen… Ama hiçbir zaman alınmazdı, ‘bizim olacak’ zannettiğimiz oyuncaklar… Hayallerine, umutlarına, yarınlarına sıkı sıkıya bağlı insanlardık, imkânsızlıklarımıza sırtımızı dayadığımız günlerde… Baba çikolata almaya götürürken; anne kulağına eğilip “Paramız yok” diye fısıldardı.

Bakkalların, manavların, kasapların toplum içinde ‘itibar sahibi’ olduğu, seçkin şahsiyetler sayıldığı yıllardan bahsediyorum. Büyük, süper marketlerde enva-i çeşit ürünlerin önümüze henüz saçılmadığı bir dönemden…

Bugünlerde küçümsenen bakkalların, manavların, kasapların özetle ‘bizim esnafın’, insanların “hâlinden anladığı” ve saygı duyduğu, idare ettiği günlerden.

*

Hayat değişti, tarzlar değişti. Yeni ayakkabısını, yeni kıyafetlerini çıkarmadan uyuyan çocuklar artık kendisine ‘ev, araba’ alan annesi ve babasıyla pazarlığa oturuyor ve yarım ağız “Güzelmiş” diyor; hiçbir sevinç belirtisi göstermeden.

Hepsi kendi mutsuzluğunu sırtında taşıyor, “her şey” sahibi olsa da…

Yine de değişmeyen bir şey var; “sen alışverişini marketten yaparsın, ancak cenazene bakkal gelir.”