Gürültüye alıştık.
Sokakta kornalar, evde televizyon, kulakta sürekli müzik, elde telefon, arka planda durmadan çalan bildirim sesleri...
Hayat bir uğultunun içinde akıyor.
Ve biz de bu uğultunun bir parçası olduk artık.
Sessizlik neredeyse tehdit gibi algılanıyor.
Korkutan bir boşluk, huzursuzluk veren bir sessizlik hâline geldi.
Ama ne zaman bu kadar korkar olduk sessizlikten?
Ne ara bir müzik olmadan yürüyemez, evde hiçbir şey çalmıyorsa huzursuz hisseder olduk?
Belki de sessizlik, kendimizle baş başa kalmak anlamına geldiği için...
Ve kendimizle kalmak, çoğu zaman en kaçtığımız şey.
Çünkü sessizlikte sadece dış dünya susmaz.
İç dünya konuşmaya başlar.
Bastırdığın düşünceler, ertelenmiş kararlar, yok saydığın duygular...
Hepsi sıraya girer.
Ve o zaman anlarız: aslında gürültüyü sadece duymak için değil, duymamak için kullanıyoruz.
Dışarıyı açıyoruz ki içeriği susturalım.
Ama unuttuğumuz bir şey var:
Sessizlik bir boşluk değil, bir bilinç hâlidir.
Dış dünyanın sesini kısmadıkça, iç dünyanın sesini duyamazsın.
Ve o iç ses…
Unuttuğumuz, ertelediğimiz, erozyona uğramış benliğimizin yankısıdır.
Bazı sabahlar hiçbir şey açmadan kahveni iç.
Pencereden dışarı bak.
Kuşların sesini fark et.
Rüzgârın hafif uğultusunu duy.
Sokakta adım atan insanların sessizliğini izle.
O anlar hayata tutunduğumuz anlardır.
Sessizlik, kendimizi yeniden duyduğumuz alandır.
Ama bu kolay değil, biliyorum.
Çünkü sessizliğe tahammül, kendine tahammül demektir.
Ve kendini tanımaya cesaret etmek, dış dünyada görünür olmaktan daha zor.
Ama aynı zamanda daha gerçek.
Bu yazı, kulağını hayatın en sade sesine açman için yazıldı.
Müzikler bitecek, telefon susacak, ekranlar kararacak...
Ama sen, o sessizlikte hâlâ kalabiliyor musun?
Kendinle oturabiliyor musun?
Sadece bir nefesle, bir düşünceyle, bir bakışla…
Korkmadan. Kaçmadan.
Çünkü sessizlikten korkarsan, kendini asla duyamazsın.
Ve kendini duyamazsan, hayatın en anlamlı melodisi hep susta kalır.