Bir zamanlar sinema, insanın hafızasına dokunmayı severdi. Sarsardı, iz bırakırdı, huzursuz ederdi. Salondan çıktığında hayatın hiçbir yerinin steril olmadığını hatırlardın. Şimdi ise bambaşka bir dönemden geçiyoruz. Seyircinin de yapımcının da gizli bir anlaşması var gibi: gerçeği mümkün olduğunca unutmamız isteniyor. Çünkü hatırlamak yorucu, yüzleşmek külfetli, rahatsızlık artık “tüketici memnuniyeti”ne aykırı.
Unutmak bugün bir konfor alanı. Haberlerde acıyı üç gün konuşup dördüncü gün “normal hayat”a dönmemiz nasıl kolaysa, sinemada da aynı refleks hâkim. Bir filmin vadettiği şey artık tokat değil, uyuşukluk. İnsan acıdan kaçtıkça yapımcı da hikâyeyi törpülüyor; karakterleri kusurlardan arındırıyor, kötülüğü bile cilalayıp parlatıyor. Seyirci gerçeği değil, gerçeğin insana batmayan versiyonunu istiyor.
Bu yüzden çağımızın filmleri hafıza değil, kaçış üretiyor. Karanlık salonda izlediğimiz şey çoğu zaman hayatın gölgesi bile değil; onun pamuklara sarılmış, güvenli hale getirilmiş kopyası. Gerçek acının yerine grafik acı, gerçek çatışmanın yerine dijital yankı konuyor. Yönetmen risk almak istemiyor, seyirci rahatsız olmak istemiyor. Böyle olunca sinema, insanı hatırlatan bir sanat olmaktan çıkıp, insanı unutmaya yardım eden bir araca dönüşüyor.
Toplum da bundan memnun. Çünkü unutmanın kolektif bir ferahlığı var. Ekonomiden adalete, depremden gündelik hayattaki küçük şiddetlere kadar, herkes hafızasını “seçenekli” kullanıyor. Neyi hatırlayıp neyi görmezden geleceğimize bir algoritma karar veriyor neredeyse. Sosyal medya akışı bile hafızayı parçalara ayıran bir makine gibi çalışıyor: Üç saniye acı, beş saniye espri, bir saniye öfke. Bu kadar hızlı değişen zihin, derinliği kabul etmiyor.
Sinema da bu yeni dünyanın aynası. Yönetmenlerin çoğu insanın ruhuna el sürmek yerine, trendlerin insafına teslim oluyor. Bir karakterin acısının içini doldurmak yerine, o acıyı hızla geçip “hikâyenin enerjisini” korumakla ilgileniyorlar. Çünkü çağın beklentisi bu: Ağır hikâyeler değil, hızlı hisler.
Ama asıl sorun şu: Unutma refleksi toplumda yerleştikçe sinemanın güçlü olan tarafı, yani yüzleştirme kapasitesi çürümeye başlıyor. Biz artık perdede kendi karanlığımızı değil, kendi kaçışlarımızı izliyoruz. Sinema gerçeğin karşısında değil, seyircinin konforuna göre şekillenen bir alan oldu.
Ve belki de en acı gerçek şu: Biz unutmayı seçtikçe sinema da hatırlatmayı bıraktı.