Sinemanın en ikonik canavarında insanlık bulmak

Abone Ol

Mary Shelley’nin kült romanından; Oscar, Altın Küre ve BAFTA ödüllü Guillermo del Toro tarafından uyarlanan Frankenstein, nihayet izleyiciyle buluştu. İki yüz yıllık bilinen roman metnini kendine özgü ‘insancıl canavar’ estetiği ve görsel ihtişamıyla yeniden inşa eden usta yönetmen Del Toro, eserin varoluşsal çelişkilerini çarpıcı bir hassasiyetle perdeye taşıyor. Yüz yılda onlarca kez uyarlanan, her dönemin kendi korkularına ve ahlaki kodlarına göre yeniden şekillenen Frankenstein’ın bu yorumu, modern adaptasyonlar arasında en yürekli ve en kişisel girişimlerden biri.

Takıntılı bilim insanı Victor Frankenstein’ın ceset parçalarından ve ölü dokulardan yarattığı varlıkla kurduğu yıkıcı bağı merkezine alan filmde, adeta tanrısal bir kibirle hareket eden Victor, yarattığı varlığı reddettikçe hem kendi vicdanıyla hem de bilimin sınırlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Yaratık ise insan olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalıştıkça, acı ve bilinç arasında sıkışmış trajik bir figüre dönüşür. İki varlık arasındaki bitmek bilmeyen kaçış ve arayış döngüsü, bu yaratımın yalnızca bir başlangıç değil, aynı zamanda geri dönüşsüz bir lanet olduğunu ortaya koyar.

Del Toro’nun filmografisinde her zaman savunduğu ve izleyicinin empati kurmasını beklediği ‘öteki’ meselesi bu anlatıda da merkezi konumda. Yaratıcının, yani Victor Frankenstein’ın prometheusçu kibrinden ziyade; yaratığın ıstırabı, masumiyeti ve terk edilmişliğinin altı çiziliyor. Yönetmen, zekasıyla acı çeken, yanlış anlaşılan, zarif ve yalnız bir varlık olarak kodladığı yaratığı bir ucube veya canavar olarak değil, yaratımının kurbanı yapan bir yaklaşımla ele alıyor. 150 dakikalık süresi boyunca yönetmen, bilimsel takıntılardan etik sorgulamalara, dini göndermelerden varoluşsal yalnızlığa kadar pek çok temayı aynı potada eritmeye çalışıyor. Mary Shelley’nin, yaratma ve sorumluluk alma temalarına sadık kalan; hikâyeyi ebeveynlik, duygusal ihmal ve bilimsel kibir üzerine kişisel bir alegoriye dönüştüren yönetmen, yaratığın ölümsüzlüğünün bir lanete dönüşmesi, yaşamın amacı ve ölümün anlamı üzerine derin felsefi sorularla baş başa bırakıyor izleyiciyi. Yaratığın, yaratıcısına bakarak sorduğu “Beni niçin yarattın?” sorusu, aslında çağları aşan bir soru. İnsanlığın Tanrı rolünü üstlenmeye çabaladığı bu çağda da film; teknolojik yaratım, yapay zekâ, biyomühendislik ve etik sorumluluk konularını tartışmaya açıyor. Bu anlamda Frankenstein, klasik bir yeniden çevrim değil, sinemasal bir çağdaş uyarı. Del Toro’nun sineması tam da bu çelişkilerden doğan bir sinema. Çünkü onun dünyasında hiçbir canavar tam anlamıyla korkunç değil, her biri insanlığın bir yansıması.

Gotik-noir estetiği, zengin renk paleti ve titizlikle hazırlanmış set tasarımı Del Toro’nun alameti farikası. Dan Laustsen’in sinematografisi, laboratuvarın buğulu ışıklarıyla karlı ve buzlu manzaralar arasında nefes kesen bir kontrast yaratıyor. Bir tabloyu andıran görsel ihtişam ve epik ölçekli hikâye anlatımı ender bulunan bir estetik ve duygusal yoğunlukta. Bunlara ek olarak, gerilimli ama duygusal müzikler de yönetmenin melankolik atmosferine zemin hazırlıyor.

Euphoria ile büyük bir şöhret kazanan Jacob Elordi’nin yaratık rolündeki kontrollü ve içe dönük performansı, karakterin zarafetini ve trajik acısını yansıtmada oldukça başarılı. Yüzündeki makyajın altında, varoluş sancısına dair hissedilen ince hüzün, canavarın aslında insanın günahını yüklenmiş masum bir yaratık olduğunun kanıtı. Star Wars serisinin ‘Poe Dameron’u Oscar Isaac'in, Victor Frankenstein portresi ise dehşet ve kontrol takıntısıyla dolu, kusurlu bir dâhinin karmaşık psikolojisini ustalıkla perdeye aktarıyor. Oyuncu, soğukkanlı bilimselliğin ardında kırılgan bir deliliği titizlikle taşıyor. İki Oscar ödüllü usta aktör Christoph Waltz, Victor Frankenstein’ın deneylerini finanse eden Heinrich Harlander karakterine zarif ve tehditkâr bir karizmayla hayat veriyor. Elizabeth Lavenza'yı dokunaklı bir masumiyetle canlandıran Mia Goth’un performansı ise senaryonun ona yeterli dramatik alan tanımaması nedeniyle zayıf kalıyor.

Filmin görsel ve tematik gücü, bazı yapısal ritim ve anlatısal yoğunluk sorunlarıyla gölgelenmiyor değil. Oldukça uzun süresi boyunca temponun yer yer yavaşladığı ve bazı sahnelerin dramaturjik bir gereklilik olmaksızın uzatıldığı hissi uyanıyor. İlk yarıdaki, Victor’un çocukluk travmaları gibi alt hikâyeler odak dağıtıyor ve ana anlatıdan enerji çalıyor. Ayrıca, Victor'un deneylerinin sözde bilimsel açıklamalarına yapılan didaktik vurgular, Shelley’nin orijinal hikâyesinin barındırdığı belirsizliği bozuyor. Yaratığa duyulan empati sayesinde romantik bir melodram ile ‘gotik dehşet’ arasında gidip gelen yapım, zaman zaman tutarsız bir anlatı izlenimi yaratıyor ve saf gerilim hissi azalıyor.

Ezcümle; Frankenstein, yalnızca bir edebiyat uyarlaması değil, aynı zamanda bir auteur’ün kendi sinematik donanımını Shelley’nin mitiyle harmanladığı, gotik olduğu kadar kişisel de bir film. Del Toro’nun, Pinokyo'yu kendi yorumuyla sinema dünyasına kazandırmasının ardından gelen bu Frankenstein versiyonu, yine klasik bir metne son derece kişisel, duygusal ve görsel açıdan ustaca işlenmiş bir vizyon katıyor. Yapım, bir canavar filmi olmanın ötesinde; yalnızlık, terk edilme ve kabul görme arayışı üzerine işlenmiş, kan ve karla bezeli bir yapım. Yaratığın kalbine ve ruhuna odaklanmayı tercih eden bu adaptasyon, zamansız ve kişisel bir trajedi olarak modern sinema tarihindeki yerini alacaktır. Aslında Guillermo Del Toro Pan's Labyrinth’ten Shape of Water’a kadar hep aynı soruyu soruyor: Kim aslında canavar? Yanıt bu filmde… İnsanın elleriyle yarattığı o şeyin gözlerinde gizli.