Sosyal yalnızlık

Abone Ol

‘Cemiyet içine çıkmak, cemiyete katılmak’ diye bir tabir vardı eskiden.

İnsanların arasına karışmak tam olarak bu tabiri karşılamıyor.

Cemiyet içine çıkmak, ilgi, iletişim ve fert olarak insanlarla muhatap olmaya hazır olmakla eş.

Yani, ‘sözüne itibar edilir olmak kadar, söze itibar eder olmak.’

Karışılacak cemiyetin ‘gereklerini yapma’ potansiyeline kavuşmak.

Artık, hangi meşrepten ve çevredense o çevrenin ‘bireylerinden bir birey olmak.’

Bizim jargonumuzla, ‘cem olmak.’

Cemiyet içine çıkmak, sokağa karışmak değil.

Kalabalıklar içinde bir birey olmak değil.

Kalabalıklar içinde ‘kalabalık unsuru’ olmak değil, ‘bir fikir üzerine bir araya gelmiş bireylerden bir birey olmak’, o topluluğu kalabalıklaştırmak.

Özetle, ‘adam sırasına katılmak.’

İyi niyetle, ‘mahalle kahvehanesine’ takılmak bile cemiyet içine çıkmak kabul edilebilir.

Bir dernek ve cemaatin üyesi olmak elbette daha evlâdır.

Ancak, kahvehane deyip geçmemek lazım.

Çünkü, kahvehanelerin bile kendi içinde bir adabı ve meşrebi olur.

Bu mekânlarda görülmeyi, mutat zamanlarda uğramayı alışkanlık haline getirenlere ‘müdâvim’ denir.

Mekânın müdavimleri, uzun ara görülmediğinde, garsonundan öteki müdavimlerine merak edilir.

Bir yolunu bulup bilgi edinen öteki müdavimlere bu bilgiyi bir ‘haber’ niteliğinde aktarır.

Mekânın en munis müdavimi bile olsa, onunla bir kere selamlaşmamış olan için bile bir haber ve ilgi odağı olur.

İstanbul’da rast gele girdiğiniz mekânların hepsi az çok böyledir.

Bir mekânda tanınır olmak, selâmı alınır olmak, hiç muhabbet edilmemiş olsa bile aşina bir yüzle karşılaşmak ve selâmlaşmak güzeldir.

Kendi içinde hoşluk taşır, ‘aidiyet duygusu’ verir insana.

Güzeldir böyle şeyler.

Ortak mekan, zamanla ‘ortak algı ve hassasiyetler’ geliştirir insanda.

Olaylar karşısında ‘benzer refleksler’ çıkar ortaya.

Yapılan sohbetler zamanla ‘ortak bir bilinç’ bile var eder.

Entelektüellerin, ediplerin takıldığı mekânlar daha bir başkadır bu anlamda.

Öylece bir köşesinde oturmuş elindeki kitapla, gazeteyle, dergiyle hemhâl olan, sessiz sedasız çayını yudumlayan tipler ‘öylesine uğrayanlara’ bir şey söylemez.

Hatta onların bu halleri eleştirilir bile.

Sümsük sünepe saatlerce oturuşları eleştirilir.

Oysa, bu tür ortamların sırrını çözmek için ‘müdâvim’ olmak gerekir.

Öyle bir vakit gelir ki, birden hareketlenir ortam.

Kimi vakit, ‘şen şakrak’ bir muhabbet kopar.

Kimi vakit, ateş gibi yakıcı ‘yüksek perdeden söylevler’ çınlar.

Sanırsın, birazdan ‘harp çıkacak’, sandalyeler havalarda uçuşacak.

Derken, elinde tavşankanı çaylarla meydana çıkıveren garsona bir hışımla ‘ver hele bir çay’ diyenlerin sert talepleri peş peşe patlar.

Sıcak çaylar yudumlandıkça kasılan kaslar gevşer, tatlı bir sessizlik çöker.

Sosyal bir ‘huzur’ kaplar ortalığı.

Konuşulmasa da paylaşılan bir tatlı sükuttur.

Öylesine uğrayan bir kişi tanık olmaz çoğu zaman bu hareketli manzaraya.

Kimse göründüğü gibi ‘yalnız’ değildir, ortamdaki tatlı sükutun ‘sosyal ortağıdır.’

Şimdilerde böyle midir?

Değişen ‘iletişim kültürü’, bu türden mekanların ‘kültürüne’ de tesir ediyor.

Geçenlerde Canan’la, Sultanahmet gezintisi dönüşü bir çay içip soluklanmak için uğradığımız ‘Erenler’, nam-ı diğer ‘Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ de nasibini almış görünüyordu bu değişimden.

Şaka gibiydi. İçeriyi hınca hınç doldurmuş, sıkışıklıktan omuzları küçülmüş kalabalığın, ilgisi istisnasız elindeki ‘akıllı telefonlardaydı.’

Telefon ekrânı üzerinde yukarı aşağı, sağa sola kayan parmakları, arada duyulan nargile fokurtusu ve yükselen nargile dumanı dışında bir hareket yoktu adeta.

‘Bu yeni bir şey.’

Öyle kalabalıklara karışıp gitmek ‘romantizminden’ yoksun.

Cemiyete karışmak, ‘cem olmak’ kaygısından uzak.

Basbayağı ‘sosyal yalnızlık.’

Tatsız tuzsuz.

Çay hariç.