Tek taraflı değil, ‘karşılıklı tavsiyeleşmek’ yolu..

Abone Ol

(Okuyucular farketmişlerdir; haftada 6 gün yazıp yalnızca -Perşembe’leri- yazmamaktayım.

Daha önce yazdığım gazetelerde prensip edindiğim bir usûlü yine devam ettirmek ve haftada bir gün -Çarşamba’ları-, ‘okuyucularla sohbet’ geleneğini sürdürmek istiyorum. Çünkü, tektaraflı konuşmak yerine, elbette belli disiplinler içinde görüş alışverişinde bulunmak, yanlışları ya da yanlış anlamaları karşılıklı ve iyiniyetli olarak gidermenin yöntemlerinden birisidir.

Tabiatiyle, bu yazışmalarda, okuyucuların övücü ifadeleri olursa, onlara yer verilmeyeceği açıktır.

Asr Sûresi’nin son âyetinde, ‘hüsranda, ziyanda, kayıpta olmayanların kimler olduğu’na işaret olunurken, ‘İman edenler, sâlih amellerde/ eylemlerde bulununlar ve birbirlerine karşılıklı olarak tavsiyelerde bulunup, sabrı tavsiye edenler..’ olarak ifade edilmektedir. Yani, tek taraflı olarak birisi konuşacak, diğerleri onu dinlemekle tavsiyeleşilmiş olmamakta, karşılıklı tavsiyeleşme yöntemi hatırlatılmaktadır. Ama, genel olarak, bu âyetteki bu derin mânâyı pek düşünmeden, okur geçeriz. Halbuki, karşılıklı tavsiyeleşmektir, ihtiyacımız olan..

Bu açıdan bakıldığında, karşılıklı edeb ve saygı sınırlarına riayet sınırıyla birbirimize söyleyecek sözümüz varsa, dinleyecek kulağımızın da olması gerekir. Çünkü, hiçbirimiz, ‘Biz düşünemeyiz, ölçüp tartamayız, büyüklerimiz yukardan nasıl işaret verirse öyle hareket eder, o bildirilenleri kabul ederiz..’ demek durumunda olamayız..

Bu anlaşyışa uygun olarak, birbirimizi aşağılamadan, hakaret etmeden, incitmeden, insanî ilişkileri zedelemeden, ama, farklı görüşlerimizi -doğru olmadığına ikna olunmadığımız müddetçe -en azından karşı görüşleri belirtenler kadar ısrarla- anlatmak ve savunmaktan da elçekmemeliyiz.

Bu anlayış içinde, son günlerde e-mail adresime gelen mesajlara ve onlara verdiğim cevablara geçebiliriz.. Elbette, onların özüne dokunmayarak, bir takım kısaltma ya da düzeltmelerle sunulacaktır. Yazık ki, okur-yazar kesimlerimizden bazıları bile yazım kurallarına riayeti gereksiz görüyorlar.. Halbuki, bir noktanın olmaması ile nelerin ne hale dönüştüğünü, şair, ‘Lânet ola ol bed kâtib’e ki, bir nokta ile göz’ü kör eyler..’ (O kötü kâtib’e lânet ola ki, bir nokta ile göz’ü kör eyler..) diye anlatmıştır; osmanlıca yazımında, ‘göz’ kelimesindeki ‘z’ harfinin üzerinde bulunan nokta unutulursa, ‘r’ harfine dönüşmesi ve o zaman da göz kelimesinin kör olarak okunmasından dolayı..

Hani, Abdulhaq Hâmid’in de ömrümün sonunda karşılaştığı alfabe değişikliği ve latin alfabesine geçilmesi ve de yazım kurallarının alt-üst olması üzerine, isminin yeni alfabeye göre Hamit olarak yazılması üzerine, ’Ömrümün sonunda, hem ham, hem de it oldum ya..’ diye ironik hayıflanışı vardır ya, öyle bir durumlarla da karşılaşılıyor.

Bu hatırlayışlardan sonra, okuyuculardan gelen mesajlara, görüş ve eleştirilere geçebiliriz.)

*

-Celaleddin Bahçeli: Sizin yazılarınızla 20 yıl öncelerde, üniversite yıllarında iken karşılaşmıştım. Yurt dışından gönderdiğinizi biliyorduk. Yine de ülke içindeki müslüman kitlenin mes’eleleriyle ilginizi kesmediğinizi görüyorduk. Yazılarınızda çok politik günlük mevzulara az yer vermeniz bizi daha bir çekiyordu. Uslûbunuza da alışmıştık.. Yazıların uzun olduğundan başlangıçta ben de şikayet ediyordum, ama, zamanla hattâ kısalmamasını bile ister hale gelmiştik, arkadaşlarımızla… Şimdi aynı durumla tekrar karşılaştım.. Memnunun. Ama, yine biraz tembel olanlarımızı, yaşlandıkça gözleri yorulanları ve de az sözle çok şeyleri anlamak ferasetinde olanları da düşünseniz derim..

*SEÇ: Bu gibi tesbit veya şikayetleri hep işitiyorum.

Genelde söylediklerimi tekrarlıyayım. Fakir’in uzun yazmasının sebebi, bir konuda görüş açıklamaya çalışırken, birilerinin bunları bilmediği noktası olamaz, asla.. Sadece, fakir’in muhatabı, bilenler değil, konuları daha teferruatıyla öğrenmek çabasında olanlardır. Ayrıca, bazı gerçeklerin ayrıntılarda gizli olabileceği de unutulmamalıdır. Ve, teferruat bilgileri, gerçekleri yansıtıyorsa, bir çok konunun daha iyi anlaşılması için gerekli olabilir.

-Yılmaz Çakır: Yıl 1976 olmalı, belki de 1977, yani lise yıllarımız.. Beykoz, Paşabahçe’de ‘bahçeli kahve’ olarak isimlendirilen mekanın yanı başında ahşap ve köhne bir binanın üst simasını göremediğim bir “abi” konuşuyor, ilgi ile dinliyorum. Dernek yeni açıldığı için, konu; Akıncılığın manevî kökleri. (ya da buna benzer bir şey)

Konuşanın adının ‘SEÇ’ olduğunu öğreniyorum. Sanki, o hâlâ orada konuşuyor ve de ben de hâlâ orada dinliyor gibi bir hâlet-i ruhiye içindeyim.

*…

-Molla: Yeni yazı döneminiz hayırlı olsun. Uzuuuun yazılarınızı zaman zaman takip ediyorum. Faydalandığımı söyleyeyim. Ancak, yazılarınızda bugün Türkiye’de kullanılan latin albesinde bulunmayan bazı harfleri kullanıp, onlara bazen kendinizin de riayet etmediğinizi görüyorum. Halbuki, o harfleri kullanmaktaki tercihinizin doğru olduğunu da düşünüyorum.

*…

-Mustafa Gönüllü: ’İran’ın Suriye siyasetinin yanlışlığını ısrarla vurguluyorsunuz, taa bu buhranının çıkış günlerinden beri.. Bu husustaki yazılarınızda kullandığınız ağırbaşlı ifadelere de saygı duyuyorum. Ama, Türkiye’nin siyasetinin yanlışlığınıza da aynı şekilde karşı çıkıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum.. Hem, İran’ın mezhebçi eğilimler yansıtan siyasetlere ağırlık verdiğini de hissettiriyorsunuz. Mezheb, sizin de değindiğiniz gibi, dinin bir yorumlama tarzı ise, o insanlar da dini öyle yorumluyorlarsa, niye karşı çıkalım ki..Yani, kendi yorumlayışlarının doğruluğundan vazgeçip de yanlış yorumlarda bulunanların görüşlerine mi teslim olsunlar?’

*SEÇ: Bu satırların sahibinin şu veya bu devlete yön göstermek gibi bir iddiası yoktur; olsa bile komik olurdu. Sadece yanlış bulduğumu ve İslam Milleti’nin geleceğine hizmet etmiyeceğini ve bu yanlış siyasetle, İslam Milleti’nin kalbini yaralamak, beyinlerine ve gönüllerine yeni fitne tohumları ekmek isteyenlere fırsatlar sunulmakta olduğunu düşünüyorum.

Yoksa, İran’ın siyaseti yanlış da, Türkiye’ninki çok doğru demiyorum. Söylenmek istenen şu: Ortadoğu gibi çok hassas ve tarih boyunca uluslarararsı buhranların odağı ve hele de kurtlar sofrası olmuş bir coğrafyada, bu iltihablı, kanlı tablodan kendi lehlerine neticeler çıkarmak için yığınla devletler, uluslararası güç odakları vardır. Başta İsrail rejimi olmak üzere, Amerikan emperyalizmi ve onun yapışık kardeşi İngiltere; yeniden toparlanmaya başlanan Rusya emperyalizmi, Fransa, Almanya, Çin, Mısır ve Suûd rejimleri, İran ve Türkiye gibi yığınla devletler, Barzanî’nin Irak Kürdistanı’nda uluslararası hukuk açısından olmasa bile, fiilen bağımsızlaşmış yönetimi, ve PKK ve bölgede uzantısı olan bazı güç odakları başta olmak üzere, dünyada veya bölgede sözsahibi olmak isteyen herbir güç odağının etkili olmaya çalıştığı bu kanlı- irinli yara karşısında, Suriye ve Irak Buhranı’nda herkese kendi ideolojisine, inancına göre hareket ediyorsa.. İran da edebilir, elbette.. İran’ın da ulusal siyasetler izlemek de hakkıdır.

Ama, bir ülke, ’Ben İslam siyaseti siyaseti izliyorum ve bu yolda tekim..’ diyorsa.. İşte o zaman, bu iddia ile takib ettiği siyasetin birbirine aykırı ve zıd noktalara geldiğini görüyorsam, -ki görüyorum – bu çarpık ve aykırı durumu söylemeyi müslüman kardeşliğinin bir gereği bilirim. Suriye’de, yarım asırlık bir kanlı Baas diktatörlüğünün, üstelik de henüz silahlı mücadele yokken, silahsız protesto gösterisi yapan Ürdün sınırındaki Deraa’da halkın üzerine bombalar yağdırması ve her tarafı yakıp yıkmasıyla başlayan buhranda, hemen bütün Suriye’nin, baas rejiminin ordusu eliyle bombardımanlar altında yakılıp yıkılması ve yüzbinlerce insanın katledilmesi ve milyonların perişan edilmesine, hâlâ, -sanki öyle bir şey kalmış gibi-, ’İsrail karşısındaki Mukavemet Cebhesi zayıflamasın..’ gibi gerekçelerle himaye kanadı çekilirken, bunun bir de İslam adına sahiblenilmesi!.. İşte problem burada.. Bu korkunç cinayetler İslam adına sahiblenilmese, o zaman, diyecek bir şeyimiz yine olamaz.

Diğer sorunuza gelince.. Bir müslüman kimse veya topluluk, İslam’ı elbette kendi mezhebine göre yorumlayabilir. Bunda bir problem yok.. Ancak, bir kimse, ’sadece benim anladığım ve yorumladığım şekilde olan İslam, İslam’dır, diğerleri değildir..’ derse, işte orada problem başlar. Ki, böyle tutarsız iddialarda bulunan ve kendilerini en müslüman olarak gören daha nice topluluklar da var ve onların herbirisinin olduğu gibi, bunun yanlışlığı da görülmelidir.

-Ali Mertol: B. Amerika, hedef tahtasına koyduğu Baas rejimi ve onun başındaki Beşşâr Esed aleyhine siyasetler geliştirdikten sonra, şimdi onunla görüşmenin kapısını aralıyor. Bunu nasıl okumak gerekir.. Bu, Türkiye’yi güç duruma düşürmeyecek mi?

*SEÇ: Sadece Amerikan emperyalizminin değil, uluslararası diplomaside, bir çok devletin böyle nice entrikaları vardır. USA emperyalizmi ise, bu konuda eline su dökülemiyecek derecede en karmaşık olanları İsrail ve İngiltere’yle birmlikte kotarmaktadırlar. Ünlü dışsiyaset teorisyenlerinden ve bakanlarından olan Henry Kissenger’in ’Bizim dışsiyasetimizde ahlâka yer yoktur..’ sözü meşhurdur.

Türkiye’nin nasıl bir rejime sahib olduğunu tekrara bile gerek yom.. Hele de son son 100 yılda bu siyasetin genel çerçevesi, İttihadçı- sonra kemalist-laik ve türkçü görüşe göre şekillendirilmiştir. Tayyîb Erdoğan ise, kendine özgü şahsî özellikleriyle şekillendirmek ve ebu rejimee yenidene şekil vermek istediği bir dış siyaset anlayışına sahib..

Elbette, dışsiyaset labirentlerindeki gezintiler, sonuna kadar hep dosdoğru çıkmaz.. Çünkü, orada yığınla eller ve etkenler vardır. Türkiye’ninki planları da tutmayabilir. Çünkü, hele de Amerikan emperyalizmi gibi güç odakları, başka ülkelere verdikleri söz ve imzaladıkları anlaşmalarla kendilerini asla hissetmezler. Ve bu gelişmelerin sonunda, Türkiye etrafından daha bir tecrid edilmiş, etrafı düşman güçlerle daha bir kuşatılmış duruma getirilmeye çalışılabilir. Çünkü, bölgede kendi istedikleri gibi düzenlemeler peşinde olan güçler, kendilerinin emrine uymayan, Suriye ve Irak’a NATO’nun istediği zaman girmeyen, söz dinlemez ve kendi başına buyruk ve bölge siyasetini, 100 öncelerde yere serilmiş olan İslam Birliği ve müslüman toplumlarnın kardeşliği temeli’ni ihya etmek emelleri taşıyan ve bunu yapmaya çalışırken daha bir güçlenen Türkiye’den elbette hoşlanmazlar. Çünkü, Erdoğan bugün, hele de kapitalist emperyalizm dünyasının gözünde, kendilerine karşı İslam Birliği idealleri üzerine bir dünya gücü oluşturmak isteyen bir ’diktatör’ olarak nitelenmekte ve Batı medya organlarında Erdoğan aleyhinde hemen hergün bir diğer yorum yapılmaktadır. Yani, hedef tahtasındaki düşman güçlerden birisi de odur. Böyle olmasın diye, herhalde, sivil halk kitlelerinin bombardımanlar ve diğer silahlı güçlerin saldırıları ile binler-onbinler halinde katledilmesi macerasına ’Erdoğan da katılsaydı keşke..’ denilemez. Esasen, Allah muhafaza, öyle bir yanlışa düşülmek gibi bir durum ortaya çıksa, onun da karşısına dikilmek gerekir.

-Batmanlı: Toplumsal meseleleri; kanla, dârağaçlarıyla, katletmekle, ve zorla sürgüne göndermekle, asimilasyona tâbi tutmak vs. gayriahlâkî ve gayriinsanî çözümler üretmekle çözmeye kalkanların, sadece bizim tarihimizde değil, bütün beşerî toplumlarda sürekli bir çözüme ulaşamadığı ve kanla bastırılan duygu ve fikirlerin, müsaid zamanlarda yeniden patlak verdiği yığınla örneklerle sâbittir.

Bu saikler ışığında; âdil ve kalıcı bir barışın sesi olabilmek için; sağduyu ve merhamet projektörü ile yolların aydınlanabileceği, yol haritalarının sahici olabileceği muhakkaktır!

Makalelerinizden bu mesajları da okuyor, yıllar önce seyrettiğim ‚Silahlara Vedâ‘ filmini anımsıyorum.

*…