Üniversite reformu

Abone Ol

Yardımcı doçentliğin kaldırılması ve doçentlik şartlarının değişmesi ile dikkatler yine şu bir türlü gerçekleştirilemeyen üniversite reformu konusuna çevrildi. Şunu hemen belirtelim ki YÖK’ün çürük binası içinde yapılan ufak tefek tadilatlar, sistemin daha da yozlaşmasına yol açmakta; işler iyice sarpa sarmaktadır.

Türkiye’nin yükseköğretim hayatı 30 yıldır askeri darbenin kalıntısı olan 2547 sayılı mevcut YÖK Kanunu tarafından belirleniyor, şekillendiriliyor ve denetleniyor. Hükümet, 2003 yılından bu yana YÖK Kanunu’nu değiştirmek için birçok teşebbüste bulundu. 2003 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın YÖK yasa taslağı oluşturma çalışma guruplarında görev almıştım. O günlerde bakan nezdinde sürdürülen komisyon çalışmalarına katılmıştım.

Her YÖK yasası taslağı oluşumu arifesinde çeşitli çalışmalar, çalıştaylar, paneller ve konferanslar düzenlendi. YÖK yönetiminin öncülüğünde vakıf üniversiteleri ve çeşitli STK’lar bu çalışmalara hem öncülük etti hem destek verdiler. Ancak ortaya çıkan tasarılara bakılınca bu çalışmalardaki asıl olması gerekenler yansımadı.

Peki, yanlışlık nerede? Kendi “Yüksek Öğretim” modelimizi inşa etmeden ve esasları belirlemeden yola çıkmaktayız. Milli ve yerli esaslar ortaya konmalıydı her şeyden önce. Oluşturulacak modelin geçmişle bir bağı olmalıydı. İnsana güveni esas alan; inovasyon ve yenilik getiren bir üniversiteyi inşa etmek olmalıydı amaç. Yükseköğretimde Türkiye’nin önünün bilimde ve teknolojide açılabilmesi ve dünya ile her alanda etkin olarak yarışabilmesinin gereği buydu.

Başkanlık seçimi sonrasında dikkatlerin tekrar üniversite reformuna çekileceği ve köklü bir üniversite reformu konusunun gündeme geleceği aşikârdır. Bu vesile ile asıl sorunlara ve çözümlere dikkat çekmek istedim bu yazımda.

Meselenin içinde olanlar bilir ki üniversitelerde bilim, eğitim ve araştırmaların kalite ve keyfiyetleri ile ilgilenilmemektedir. Daha çok şekli şeyler öne çıkmaktadır. Mesela on yıl boyunca doğru dürüst bir eser sunmayan, bir ürüne imza atmayan bir akademisyen rahatlıkla öğretim üyeliği mesleğini sürdürebilmektedir. Ciddi akademik başarı ve yayınları olmayan birisi, bölüm ya da anabilim dalı başkanı, dekan, hatta rektör bile olabiliyor.

Üniversiteye adımını bir kere atan ciddi bir eser ortaya koymasa da profesörlüğe kadar gidebiliyor. Dahası, şimdiki idari yapılanma sayesinde bilimsel araştırma ve akademisyenlikle alakası olmayanlar da kolaylıkla üniversiteye adım atabilmektedir. Tabii ki yükselmeler de aynı şekilde sürmektedir.

YÖK sisteminin kolay doktora, kolay doçentlik, kolay ve sulandırılmış profesörlük kriterleri yüzünden bilimsel vasfa ve kapasiteye haiz olmayan insanlar kolaylıkla üniversitelerde görevlerini sürdürebilmektedir. Doktora sonrası dönemde özgün çalışma yapmayanlar, hatta sahasının literatürüne hâkim olmayanlar bile doçent olabilmektedir.

Hâlbuki YÖK, bilim adamları arasında belli bir sınıflandırmaya giderek çalışanla çalışmayanı ayırt eden sistemler kurmaya başlayabilirdi. Örneğin ilk safhada yapılacak işlemlerden birisi; profesör, doçent ve yardımcı doçent hatta doktora sınavı jürilerine seçilecek olan profesörlerde belli kriterler aranmasıdır. Bilimsel rüştünü ispatlamamış, bilimsel çalışmalardan uzak olanlara bu jürilerde görev verilmemelidir. Meslekte muayyen bir seviyeyi aşmış kişilerin görev alması esas olmalıdır.

Akademik unvanların veriliş kriterleri de vizyonsuzluğu, misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik edici mahiyettedir. Unvan verilmesinde öğretim üyesinin bölümüne, kurumuna, yöresine ve tüm ülkeye verdiği hizmet göz ardı edilip münferit yayınlar esas alınmakta ve böylelikle öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğu pekiştirilmektedir. Ve maalesef modern dünyada bunun böyle olduğu zannedilmekte ve bu uygulama modernlik ve bilimsellik adına yapılmaktadır. Bu şekilde öğretim üyeleri, ülkenin problemlerine eğilip çözüm üretmek yerine kolayca yayın çıkarabilecekleri alanlara yönelmekte böylece üniversiteler endüstri ve sektörden; toplumun kültürel/ekonomik/sanatsal ihtiyaçlarından kopmaktadır.

Hâlbuki yayın çıkarmak bir üniversitenin misyonu olamaz, olsa olsa yapılan güzel işleri ve varılan güzel neticeleri başkalarıyla paylaşmaya aracı olabilir. Araştırmayı ve bilimi değerlendiren; çalışkanı ve üretkeni mükâfatlandıran bir yapı meydana getirdiğiniz takdirde, üniversitelerdeki araştırmalara elini sürmeyen insanlar bile gayrete gelecek; kendini yenileme ve yetiştirme gayreti içine girecektir.

Yapılması gereken her öğretim üyesi her yıl belirli sayıda bilimsel ve fikri çalışma yapmak zorunda bırakılmasıdır. Bunun için de araştırma yapmayan bilim adamına niçin çalışmadığını soracak mekanizmaların hayata geçirilmesidir.

Sanatçılar kabiliyetlerine göre mükâfatlandırılmakta, sporcular da güzel oyunlarına göre değerlendirilmektedir. Bilim adamlarına verilecek değer de topluma hizmeti, ürettiği projeler ve sorunlara bulduğu çözümler ve yaptığı yenilikler ölçüsünde olmalıdır. Sadece bilimsel makale sayısı kriter ve esas olunca iş yayıncılık oyununa dönüşmekte; ucuz yayın yapma yolları öne çıkmaktadır.

YÖK, çok önceki yıllarda profesörlüğe yükselmelerde bazı kıstaslar getirmişti. Kısa bir süre sonra profesörlüğe yükseltme yetkisini üniversitelere devretti. Profesörlük bugün zamanı geldiğinde (5 yılı tamamladıktan sonra) herkesin alabildiği bir unvan haline gelmiş ve artık adeta kişilerin özlük hakları hâline dönüşmüştür. Bilindiği gibi yükseköğretim sisteminde profesörlük en yüksek akademik unvandır. Bu unvanı elde edip kadroya ataması yapılanlar aynı üniversitede emekli oluncaya dek sürekli iş garantisine sahip hale geliyorlar. Profesörlüğün böylesine kolaylaştırılması ve ucuzlaştırılması sayesinde ülkemizde profesör sayısı, doçent sayısının kat kat üstüne çıkmıştır.

Üniversitelerimizde maalesef doğru işleyen bir performans değerlendirme ve ölçme sistemi ve bu sisteme bağlı olarak işleyen bir takdir ve ödüllendirme sistemi bulunmamaktadır. Bu yüzden de profesör kadrosuna atananlar zaman içerisinde bilimsel araştırmalardan giderek uzaklaşmaktadır. Mevcut uygulanmaya çalışılan sözde performans sisteminin nasıl dejenere edildiği görülmelidir

Keyfiyet yerine kemiyetin esas alınması ile performans sistemleri yozlaşmaktadır. Mevcut yanlış performans sistemi akademisyenleri “puan avcısı” konumuna düşürmektedir. Örneğin ilmi değeri olmayan sempozyumlar mantar gibi çoğaldı. Aynı şekilde ilmi yönü zayıf akademik dergiler her yerde boy göstermeye başladı. Sempozyumlara katılarak, bu dergilerde yayın yaparak puan alıyorsunuz. Bu durumda YÖK bu işleri kılıfına uydurmak için çalışan bir mekanizmaya dönüşmektedir.

Onca yıl bilimsel çalışmalar yapıp profesörlük unvanını kazandıktan sonra verimlilikten uzaklaşan ve haftanın birkaç günü aynı dersin birinden çıkıp öbürüne koşan, dersliklere kapanmış ve dışarıdan kendisini izole etmiş bir profesörün kime yararı olacaktır? Kendisi yaptığı işten ne kadar tatmin olacaktır? Öğrencilerine şevk ve heyecan içinde ders anlatabilir mi böyle bir akademisyen?

Bir şeyleri araştıran kişide bilimin heyecanı olur; aynı şeyleri tekrarlayan kişide değil. Aklın ve mantığın kolayca kabul edebileceği kriterleri ve topluma doğrudan faydalı faaliyetleri ölçü almak varken neden kolaycılığı doğuran bir yerde duruyoruz? Üretimin, bereketin, verimliliğin olduğu yola doğru ilerleyelim. Öğretim elemanının topluma ve öğrenciye faydalı yaptığı neler varsa değerlendirelim ve yükseltme kriterleri haline getirelim.

Üniversite öğretim elemanlarına belli bir maaştan sonra araştırma projesi, makale, danışmanlık hizmetleri, yetiştirdiği elaman sayısı, yaptığı danışmanlık, verdiği konferans, yazdığı kitap ve verimlilik oranında ücret verilebilen bir yapılanma getirelim.

Sözün özeti üniversiteleri tek tipleştiren, onları birer “diploma fabrikasına” dönüştüren sürekli yapılan dejenerasyonla “kırk yamalı bohça” halini alan YÖK sisteminin tarihin çöplüğüne kaldırılması zamanı geldi geçiyor. Kendimize ait “milli ve yerli” üniversite sisteminin kurulması acil ve öncelikli görevdir.