Analiz-Yorum

Üstad’ın ardından

Üstadımız Sezai Karakoç 88 yıllık bereketli bir ömrün ardından Rahmet-i Rahman’a erişti. Onun kaybının büyüklüğünün ne anlama geldiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değiliz. Onun arkasından ne söyleyebiliriz, bunun için şimdilik hazır cümlelerimiz yok. Onun orada ve nefes alıp veriyor olmasının bile bizim ne büyük bir ikram olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlayacağız şüphesiz...

Abone Ol

Saadettin Acar / Diriliş Postası Özel 

Üstadımız Sezai Karakoç 88 yıllık bereketli bir ömrün ardından rahmet-i Rahman’a erişti. Onun kaybının büyüklüğünün ne anlama geldiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değiliz. Onun arkasından ne söyleyebiliriz, bunun için şimdilik hazır cümlelerimiz yok. Onun orada ve nefes alıp veriyor olmasının bile bizim ne büyük bir ikram olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlayacağız şüphesiz. Bu yazıda, yirmi yılı aşkın bir zamandır hakkında yazdıklarımızdan destek alarak, onun bizim ne ifade ettiğini anlatmaya çalışacağım.

Milletlerin ve memleketlerin tarihinde çokça önemli yer tutan, kritik dokunuşlarıyla adeta gidişata yön veren sanat ve düşünce adamları vardır. Allah onlara büyük ikramlarda bulunmuş, onların sözlerini tesirli, varlıklarını bereketli kılmıştır. Bu insanlar; kaybolanı ya da unutulmaya yüz tutmuş olanı yeniler, toz toprak arasında kalmış bazı değerlerin üzerindeki tozları temizleyip onları ortaya çıkarır, gürültünün bastırdığı bazı sesleri aşikâr kılarlar. Bu şahsiyetler yazdıklarının, söylediklerinin ötesinde bir anlam ve değer ifade ederler. Şahsiyetleri eserlerini aşmış ya da en büyük eserleri olmuştur. Milletlerin ve coğrafyaların hayatında, küçük bazı müdahalelerle rayından çıkan treni tekrar rayına döndüren böylesi isimlerin sayısı çok azdır. Zaten az oldukları için de özel ve kıymetli bir karşılıkları vardır. İsimleri itimat telkin eder, yazdıkları kalplere şifa ve ümit olur. Merhum Üstad Sezai Karakoç, bu toprakların son bir asırda yetiştirdiği bu büyük değerlerin başlarında gelen birkaç isimden birisi idi. Hem sanatçı hem de düşünür olarak bir çığır açıcı ve öncü olmasına rağmen Üstad’ın bu hayati ve tarihi rolü de görmezden gelinemeyecek derecede aşikardır. Bu topraklara kalbiyle bağlı olan insanların, Sezai Karakoç ismi üzerinde olduğu kadar üzerinde ittifak ettiği başka çok az isim olmuştur. Bu özelliği de onu hayatta iken dahi bizim için neredeyse tarihi bir şahsiyete dönüştürmüştü.

SEZAİ KARAKOÇ BİR DAVA VE İNANÇ ADAMIDIR

Peki Sezai Karakoç’taki sır, onu bu kadar etkili ve özel kılan şey neydi? Burada bazı temel başlıklar halinde, görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla, bu iddialı soruya mütevazı bazı cevaplar vermeye, tamamen kişisel okumalarımdan, gözlemlerimden ve çeyrek asra yaklaşan tanıklıklarımdan yola çıkarak Üstad’ın bizler için ne ifade ettiğini, neye karşılık geldiğini kısa kısa ele almaya gayret edeceğim.

Sezai Karakoç’un başlıca özelliği düşünceyi ve sanatı büyük davasının yolunda bir imkân olarak görmesiydi. Zamanında şiirlerini baş tacı eden birtakım insanların, sanat alanında çıtayı sürekli yükseğe çıkarmasına rağmen sonradan onu görmezden gelmesi, açıkça söylemek gerekirse, onların temelde bu davasıyla olan sorunlarının bir sonucudur. Bütün yazdıklarında Sezai Karakoç bir dava ve inanç adamıdır çünkü. Derdi ve inandıkları söylediklerinden de yazdıklarından da büyüktü. Müslümanca bir duyuşun ve bakışın şekillendirdiği bir büyük davaydı onunkisi. Dünyayı ahiretine tarla yapmak isteyen bir yüce bakış.

YAKTIĞI MEŞALENİN SÖNMEMESİ İÇİN ÇABALADI

Bazı temel noktaların altını ısrarla ve kutsal bir inatla çizmesi Sezai Karakoç’a çok az insanın ulaşabileceği bir derinlik kazandırmıştı. Kelimenin tam anlamıyla meselesiyle meşgul ve hemhâldı, hiçbir harici gelişme onu bundan alıkoyamıyordu. Bütünüyle meselesiyle yoğrulmuş, ona yoğunlaşmıştı. Yazmaya başladığı 1950’li yıllardan vefatına kadar hep aynı noktaya vurgu yapmaya, aynı meselenin etrafında dönmeye ve onu muhkem hale getirmeye çalıştı. Dışarıdaki korkunç gürültüye ve baş döndürücü gelişmelere rağmen Karakoç, kesintisiz bir şekilde meselesini diri tutmaya çabaladı, yaktığı meşalenin sönmemesi için adeta üzerine kapandı. O kor ateşi avucunun içinde -aslında bağrının derinliğinde- kutsal bir emanet gibi tuttu, orada büyüttü, yeşertti. Zihninin ve kalbinin aynı mesele ile meşgul olması, her imkânı ve veriyi meselesi için bir fırsat olarak görmesi, onu her anlamda ayrıcalıklı bir konuma yükseltti.

ÜSTAD İNANDIKLARINI YAZDI VE YAŞADI
Müslümanın duruşu tebliğin en güçlü yollarından birisidir. Hatta belki en başta gelenidir. Bu, aslında dinin vazettiği en temel düsturlardan da bir tanesidir. Duruş çünkü fikirdeki samimiyetin habercisidir ve işaretidir. Büyük büyük cümlelerle yüksek ideallerden söz edip söylediklerinden hayatlarına bir yansıma olmayan insanların sözlerinin tesiri olmaz. Çabaları da çoğunlukla akim kılar, meyve vermez. Büyük ve haklı davalardan söz etseler bile bu böyledir. Sezai Karakoç’un etkisinin bu kadar büyük ve derin olmasının en başlıca sebeplerinden birisinin de bu olduğunu düşünüyorum.

Evet, hayatı ile düşüncesini desteklemesi Üstad’ın öne çıkan özelliğiydi. Zira bir Müslüman için hayat düşüncenin gerisinde değil önünde olmalıdır. Hayatla desteklenmeyen düşünce ve sanat etkili olamaz. Hayattan beslenmeyen düşünce kadük kalır, yeşermez, etrafa sirayet etmez. Sezai Karakoç, ne kişisel olarak yaşantısında ne de teorik olarak hayat ile düşünce arasında bir ayırım yaptı. İkisini bir cehdin birbiri içine geçmiş iki yüzü olarak gördü, tevhid etti. Bu sebeple denilebilir ki Üstad Sezai Karakoç, sadece inandıklarını yazdı ve ama yazdıklarına da tüm hücreleriyle inandı. Başka türlüsü de mümkün değil zaten. Kalbimizin yazdıklarımızdan ve söylediklerimizden habersiz olması riyakarlıktan başka bir şey değildir. Bu tür bir söz de insana sadece yük ve vebal olur. Hakikat bile olsa, bu böyledir.

ÖNGÖRÜLERİNİN İSABETLİ OLUŞUNUN KANITI
Moda tabirle Karakoç “büyük resmi” en net gören mütefekkirlerden birisi idi. Üstad, çok erken dönemlerde bu büyük resme dair kesin bir kanaate varmıştı. Zihni bu noktada çok berraktı. Sanat ve düşünce alanındaki bütün çabasında da bu resmi göstermeye, ifşa etmeye çalıştı. Erken dönemde yaptığı okumalar ve derin gözlemler ona dünyanın gidişatı hakkında sağlam bir fikir vermişti. Doğudan Batıya dünyanın her tarafında olup bitenleri hep bu kuşbakışı yaklaşımla ele almaya gayret etti. Meseleyi bu denli kapsamlı ve geniş olarak ele aldığı için olaylar ve gidişat hakkında palyatif ve geçici çözümler yerine daha esaslı ve kalıcı tedbirler önerdi, yer yer ileriye dönük kanaatler açıklama riskini de göze aldı. Kimisi yarım asrı aşan bazı tespit ve önerilerinin bugün gerçekleşmiş olması ve güncelliklerini koruması, ferasetinin, durduğu yerin ve öngörülerinin isabetli oluşunun bir kanıtıdır.

YERELİ, EVRENSELE FEDA ETMEDİ

Üstad Karakoç, insanlığın küresel çapta karşı karşıya kaldığı büyük sorunlarla uğraşırken ayağını bastığı yerin de her zaman farkında oldu. Yereli evrensele feda etmedi, evrensel olan uğruna da yerel olanı yok saymadı. Bu, modern zamanlarda birçok Müslüman düşünürün ve sanatçının içine düştüğü tuzaktır. Kimi mensubiyetini ve aidiyetini o denli vurgular ki rahmet olması gereken bu durum kendisi için bir zindana dönüşür. Bunlar hakikati ve çözümü sadece bulundukları yerlerde arama yanlışına düşer, giderek “hakikat benim” demeye başlarlar. Kimisi de geniş bir zaviyeden bakmak adına ayağının dibindekini ihmal ya da feda eder. Oysa ayağımızı bastığımız yeri muhkem hale getirmeden bir adım dahi atamayız. Devamlı ayağımızın önüne bakarak da yol alamayız. Sezai Karakoç bu noktada da çok itidalli bir yerde durdu.

Kur’an-ı Kerim, sünnet-i seniyye ve selef-i salihine yaslanan sahih gelenek, Sezai Karakoç’un tüm meselelerin halli için sığındığı, dönüp baktığı tek alan oldu. Mercii ve mesnedi idi orası. Bu alanlar üzerinde tefekkür eder, onlardan yeni çıkarımlar yapmak için mesai harcar ama son tahlilde bunu derin bir teslimiyet içinde yapardı. Bu nokta şu açıdan çok önemli: Müslümanların son büyük devletleri yıkıldıktan sonra doğal olarak çıkış yolu arayışları başladı. Düşmüştük çünkü ve doğrulmamız lazımdı. Çoğu iyiniyetli olan bu arayışlar zamanla bizi itikadî anlamda da sorunlu bir noktaya getirdi. Öyle ki yer yer bu arayışı bir sorgulamaya dönüştürüp aslî kaynakları sığaya çekme raddesine vardıranlarımız oldu. Yer yer de bu sorgulama, onları eğip bükme ve gidişata göre onları dönüştürme hastalığına sebep oldu. Çünkü bir akıl bize suçu buralarda aramamız gerektiğini telkin ediyordu. Bu dönemlerdeki tartışmaların en belirgin özelliği budur. Kaynakları tartışmaya açmaktır yani. Zira gerilemenin, mağlubiyetin bir sebebi olmalıydı. Kurban da oralarda aranmaya başlandı. Sonuç olarak ne oldu peki? Olan şu: Kendisiyle, en temel referans metinleriyle, geleneğiyle kavgalı bir noktaya doğru evrildik. Açıkça söylemek gerekirse dönüştük, giderek bunlar bizim için bir yük, belimizi büken bir bagaj halini almaya başladı. Olan bitenin sebeplerini buralarda aramaya başladık, evet ve sorunun biraz da onları çağa söyletmemekten, dönüştürmemekten ileri geldiğini düşündük. Madem çağı ve gidişatı değiştiremiyorduk, onları çağa uygun hale getirmenin, en azından öyle yorumlamanın yollarını arayabilirdik. Bu da bizi gelenekten kopardı ve meselemize yabancılaştırdı. Nerdeyse iki asrı aşan tüm bu tartışmaların içinde Sezai Karakoç’un sahih bir duruş sergilediğini tespit edebiliyoruz. Geleneğe sorular sordu ama bunu çizgiyi aşmadan ve usulünce yaptı. Tarihi ve geleneği bir günah keçisi olarak görmedi, iyi niyetle ondan bugüne nelerin devşirilebileceğinin muhasebesini yaptı daima.

MÜSLÜMANLAR İNSANLIĞIN VARİSLERİDİR
Sezai Karakoç, biz Müslümanların insanlığın birikiminin varisleri olduğumuzun bilincinde olan bir düşünürdü. Bu önemli noktayı hem çok sık vurgular hem de bizi yeniden oraya bağlamaya çalışırdı. Ama bunu yaparken kabuğa mahkûm etmezdi kendisini. Bütün meselesi o ruhu, o değişmeyen özü bulmaktı çünkü. Biçim ve form her dönemde değişebilir, değişmelidir de. Karakoç’un en sık vurguladığı noktalardan birisi buydu. Müslüman insanlık tarihinin tüm birikimlerinin varisidir, zira ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla bilginin, hikmetin, tefekkürün kaynağı vahiy ve nübüvvettir. O günden bugüne ortaya konan ne kadar değerli, hayırlı ve faydalı teşebbüs varsa onları almaktan ve kendimize mal etmekten çekinmememiz lazım. Zira o bizimdir, bizim yitiğimizdir. Bulduğumuz yerde de alırız.

Şu da var: Formlara kutsallık atfetmek onları putlaştırır, dondurur. Önemli olan ruhtur, özdür, manadır. Nihayetinde form giydirmek, şekil vermek beşerî bir çabadır. Bundan dolayı değişkenlik arz eder. Normlar değişmez ama formlar her zaman değişebilir. Bunun yanında Üstad şu tehlikeye de devamlı dikkatlerimizi çekti: Formların da bir ahlakı ve beslendikleri bir düşünce havzası vardır. Eğer onları dikkatle süzmezsek, biçimlerin ardındaki ahlakı da beraberinde transfer etmiş oluruz ki bu büyük bir felakete kapı aralar.

Bana kalırsa Sezai Karakoç bütünüyle tutarlılıktı. Sanat ve düşünce adamlarının en büyük sorunlarından biri olan günün adamı olma tuzağına hiç düşmedi. Şu da var ki; evet, Sezai Karakoç günün adamı değildi ama anın gereğini de her zaman yapmaya gayret etti. İrfan geleneğimizde ibnü’l-vakt olmak dediğimiz bir sorumlulukla hareket etti daima.

MEVZİ VE MERKEZİNİ TERK ETMEDİ
Şu dizesi onun bu anlamdaki çabasının özeti gibidir. Ki hepimizin kendisine sorması gereken soru budur ve mesuliyetimiz bu sorunun altında saklıdır:

“Bu dünyada olup bitenlerin

Olup bitmemiş olması için

Sen ne yapıyorsun”

Bu soruyu, Sessiz Müzik’te, 1955 yılında sormuştu. Üstad Karakoç o vakitler 22 yaşındaydı. Yani gençlik yıllarından itibaren Sezai Karakoç, duruşuyla ve yazdıklarıyla daima bu mesuliyet bilinci ve ahlakıyla hareket etmiştir. Kendisini dünyada tüm olup bitenlerden sorumlu hisseden büyük bir ahlak.

Üstad, moda tabirlere, akımlara, heyecanlara kendini kapatıp daima meselesiyle meşgul oldu. Yer yer bunu uzlet derecesinde yaptı. Bu onu dış etkilerden koruduğu gibi temiz de tuttu. Ama bu meşguliyet onun kulaklarını ve gözlerini etrafına ve dünyaya kapattığı anlamına gelmez elbette. Tam aksine imkanlar ölçüsünde etrafına da sürekli dikkat kesildi ama kalbinden uzaklaşmadan, mevziini ve merkezini terk etmeden bunu yaptı. Olan biten her şeyi kendi gündeminin süzgecinden geçirerek yorumladı, bunu bir veri olarak kabul edip tefekkürünü ve sanatını ilerilere taşımaya yardımcı olacak bir imkana dönüştürdü.

ÜST DÜZEY BİR TEFEKKÜR

Sezai Karakoç, İslam’ın hikemî ve irfanî yorumundan çokça beslenen ve o yorumu güçlendirerek yeniden üretmeye çabalayan bir mütefekkirdi. Bu yolla hem kendisini geleneğe bağlamış hem geleneğe süreklilik kazandırıp onu geleceğe taşımış oluyordu. Aslında sadece bu noktada yaptıkları bile hepimizi ona borçlu kılmaya yetecek çapta ve büyüklüktedir. Büyük kopuşumuzdan sonra bu çaba bu ülke Müslümanları için sanatta ve düşüncede yepyeni ufuklar açmış ve onların önüne bilgeliğin ve marifetin kapılarını yeniden açmıştır. Bu bağ kurmayı üst düzey bir tefekkür ve sanat diliyle yaptığı için hepimiz için bu, bir özgüven tazelemesine vesile olmuştur.

Sezai Karakoç, gelişen şartlara uygun olarak düşüncelerini geliştirip zenginleştirirken, yer yer de onları tashih ederken istikamet diyebileceğimiz duruşunu ve durduğu yeri daima korumaya özen gösterdi. İtikadi ve teorik anlamda kıl kadar bile bir sapma ve sağa sola meyletme durumu yaşamadı. Sabiteleri vardı. Bunları asla tartışmaya açmadı, onlardan bir an bile şüpheye düşmedi.

Sezai Karakoç’un bütün anlattıklarının, yazdıklarının, tavsiyelerinin birinci muhatabı kendisi idi. Yukarılardan bir yerlerden seslenmedi bizlere. Geleneğimizde olduğu gibi nefsine seslendi, derdini paylaştı, tasalarını paylaşıma açtı. Bu da sözlerini bereketlendirdi, etkisini geniş bir alana yaydı.

Sezai Karakoç hayata bütüncül bir gözle baktı. Siyaset, düşünce, sanat hep büyük bir bütünün parçaları olarak onda tezahür etti. Dahası bunların, o bütünün parçaları oldukları miktarda değerli ve anlamlı olduklarının altını çizdi. Bu sebeple Karakoç, parçacı bir gözle bakmadı varlığa. Ruh ile beden, madde ile mana, akıl ile kalp, hayat ile ölüm ve nihayetinde dünya ile ahiret birbirinin devamı, tamamlayıcısıdır çünkü. O eskimez tabirle söylemek gerekirse bunlar birbirlerinin ‘mütemmim cüz’leridir, biri diğerini tamamlar ve anlamlandırır. Kendi dünyasında bu bütünlüğü koruyanlar ancak hakiki cümleler kurabilirler. Diğer türlüsü detaylarda boğulmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Sezai Karakoç’un temel derdi ve önerisi İslam’dı. Bütün söylediklerinin vardığı yer şurasıdır: Modern zamanların insanları olarak hepimiz büyük bunalımlar yaşıyoruz. Bir arayış içindeyiz. Dirilişin ve kurtuluşun yegâne yolu da İslam’dır. Yerkürede olup bitenlerin tamamı, insanoğlunun İslam’a sırtını dönmesinden kaynaklanır. Dine, hayattan ve dünyadan el çektirdiğimiz için huzur bulamıyoruz. Dolayısıyla İslam’ın büyük davasını tekrar hatırlatmak ve insanları bu büyük diriliş muştusuna çağırmak sadece Müslümanlar için değil insanlık için de yegâne çıkış ve kurtuluş kapısıdır. Bunun için de öncelikli olarak Müslümanların birliği şarttır.

MÜSLÜMANLARIN UYANIP DİRİLMELERİ

Peki Sezai Karakoç’un, yazının başından beri “dava, dert, mesele, meşguliyet” gibi kelimelerle anlatmaya çalıştığımız ve ömrünü adadığı o büyük davası neydi? Sezai Karakoç nihai kertede bize ne söyledi, ne önerdi? Sorunun cevabı uzun elbette. Hem bunun hakkıyla cevabını verebilecek durumda da değilim zaten. Ama şu cümleler, onun bütün hayatı yorumlayışının, yetmiş yıllık fikir ve sanat yolculuğunun değişmez ilkesinin -ve aynı zamanda buraya kadar yazdıklarımızın da- onun dilinden bir özetidir kanaatimce:

“Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü: bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim, İslam’ın bir savunması ve bu savunmanın özü de, Müslümanların uyanıp dirilmeleri, birleşmeleri ve kendilerini dış âleme karşı koruma gücüne ermeleri yönündedir zaten.” (Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, s. 92)

ONUNLA AYNI ÇAĞDA YAŞANAK ŞEREFTİ

Sezai Karakoç hatırlarında 1933 yılının Gülan (Mayıs) ayında doğduğunu ifade eder. 16 Kasım 2021 itibariyle dünya nöbetini tamamladı ve ahirete doğdu. O ulu çınarımız, o ak sakallı bilgemiz artık yok. Orada ve başımızda durması büyük teselli idi bizim için. Acılarıyla, tanıklıklarıyla, bilgeliğiyle yolumuzu aydınlatıyordu her daim. Varlığı bizim için şükür vesilesi idi. Onunla aynı çağda yaşamak bir şerefti bizim için. Rabbimizden Üstad Sezai Karakoç’u af ve mağfiret buyurmasını, taksiratını affetmesini ve cennetiyle cemaliyle müşerref kılmasını niyaz ediyoruz.

Derdine, davasına, gayretine şahit olduğumuz, dünyanın rahatına ve geçici zevklerine asla prim vermeden bir mustarip, bir zahid, bir derviş ve bir müstağni olarak yaşayan Üstadımız Sezai Karakoç’tan Allah razı olsun. Mekanı cennet, makamı olsun.