Yaşlılık ‘bekleyiş’ demek…

Abone Ol

Keşke geçip giden sadece zaman olsaydı, ömrümüzü de götürdü peşine takıp…

Hepimizden azar azar aldı gitti, hayatımızı… Tünelin ucundaki umudun, hepimize süratle yaklaşan bir ‘tren farı’ olduğunu anladık yaş geçince ve etrafımızdakiler dağılınca…

***

Tıbbî açıdan ‘vücudun aşırı su kaybetmesi, hücrelerin işlevsizleşmesiyle’ açıklanan yaşlılık, adeta etrafı ölümle çevrilmiş bir ada gibi… Önceden yapabildiklerimizi yapamadığımız dönemin eşiğindeyken; anlaşılan o ki, yaşlılık derin bir ‘iç çekiş’ ve her şeyi idare etmektir.

Doğduğumuz günden bu yana içimizdeki çocuk, binlerce defa yenildiği umut ölülerine basa basa yalın ayak hızla koşuyor yaşlılığa… Her şeye sahip olma iştahı taşıyan çocukluk, ‘büyüme’ telaşıyla geçiyor. Sonra her şeyden uzaklaşmak ihtiyacı içinde, bu defa çocuklaşma isteğiyle büyümüş oluyorsun. Beri taraftan hayatı beraber geçirdiklerimiz göçüp gidiyor peşi sıra… Her giden bir parça götürüyor. Yaşlanmak, kaybetmeyi öğrenmek oluyor. Gidenlerle birlikte eksildikçe, azala azala yok oluyoruz yaşlılıkta, kasvetli bir yalnızlık çöküyor bu defa.

Issızlaştıkça küçük şeylerden mutluluk çıkarmayı daha bir biliyor, eskiden özendiklerimizin boş, anlamsız olduğunu anlıyoruz. Çünkü yaşlılıkta nefesler azalırken, insanın ufku açılıyor. Yaş ilerledikçe hayaller küçülüyor; dertler büyüyor.

***

‘Ölümlere’ doğumlardan fazla şahit olan yaşlılar, hayatı pencere kenarında yaşıyor. Yüzlerindeki çizgiler, dönüşü olmayan derin bir uçurum gibi, geçmişe çekilmiş sınırları andırıyor. Yüzlerde hep aynı ‘düş kırıklığı’ ifadesi: ‘Hayat boyu mutlu olmaya çabalamış, dünyanın mutlu olmak için tasarlanmadığını sonunda anlamış.’

Dudağı mırıl mırıl titreyen, gözleri puslu ihtiyar kadına doğru yaklaşıyor uzaklardaki bulutlar, güneşi gömmeye giden bir cenaze alayı gibi… Çocuk, torun, yeğen tarafından aranmayı, ziyaret edilmeyi umarken; ‘bebek sesi’ çınlayan duvarlardaki sessizlik ile inatlaşarak ölüm bekliyor karıncalanmış elleriyle…

Yaşlılık ‘bekleyiş’ demek… Kulak kirişte, kapıya kim vuracak belli olmuyor. Ölüm mü gelir çocuklar mı; bilinmiyor.

***

Yaşlanınca çekilen acılarından çok, ikbal günlerinden hatırlanan mutlu anılar yüreği yakıyor.

Aldığımız yaşların ağırlığı altında ezildikçe belki de bünyenin damarları gevşiyor, dil tutuluyor, akıl sendeliyor, zihin karışıyor, titrek bir yaşam başlıyor.

Büyüyüp yetiştirdiklerin değil, ‘baston’ dayanak oluyor. Başında ‘iyileşsin’ diye sabahladığın, yanında olmuyor. Köpeğine bakıcı tutanların sana bakacak “imkânı olmuyor.”

***

Önünde kalan yolun arkandakinden kısa kaldığını düşündüğün, hayallerden çok hatıraların olduğu yaşlılıkta, ya çok susuyor ya da çok konuşuyorsun. Umutların sararırken; beklentilerin hayat ağacından dökülüyor etrafına… ‘Gelecek ay şunu yapacağım’ diyorsun, plan kuruyorsun; bir iç ses, “Gelecek ay olacak mısın?” diye soruyor. Susuyor, duruyorsun. Kim bilir bundandır belki, ihtiyarlar hep erken uyanıyor. Sayısı azalmış günlerden birini daha ‘uzun’ yaşamak üzere ezanlarla kalkıyor. Yaşlılık bir çalar saattir, genç olanların bilmediği…

***

Bir kuşak eski insanların yalnızlıklarında sabahtan akşama kadar radyo açık dururken, artık televizyon sesiyle ahbaplık ediyor yaş almış olanlar. Ancak radyo da televizyon da aslında onu dinliyor. Yine duvardaki saatin sesi, evdeki sessizliği bastırıyor. Bu yaşlarda mutluluk bile ‘mahzunluk’ oluyor albümlerde… Çünkü yalnızlık ‘güzel hatıraları’ da acılaştırıyor. Nihayetinde “mutlak ölüm” ile bitmeye mahkûm tek hastalık, ihtiyarlık oluyor; gerisini tıp hallediyor.