Yerli üretim için bilimle öze dönüş harekâtı

Abone Ol

Döviz krizi ile bir öze dönüş; bir yerliyi üretme hareketi başladı. Dışa bağımlılığı azaltmak için çare arayışları arttı. Ar-Ge ve inovasyon için dikkatler üniversiteye ve bilim kurumlarına yöneliyor.

Vatandaşlarımız haklı olarak soruyor:

Mesela bir bilgisayar üretebiliriz. Bunun için işletim sistemini oluşturabiliriz. Çip üretebiliriz. 80 milyonluk bir pazar Türkiye.

Peki girişimler zaman içerisinde niçin unutulmuş kalmış? Ya da niçin itibarsızlaştırılıyor? 

Kim nasıl önlüyor başlanmış projeleri?

ASELSAN tarafından üretilen cep telefonlarına gelelim. Kendi döneminde dünya ile yarışabilecek haldeyken devlet eliyle tanıtımı yapılmadı. Kamu personelinin bu cihazları kullanması zorunlu hale getirilmedi. Her yıl model geliştirerek yaygınlaştırılabilirdi.

Sanki gizli bir el önledi.

Kim, nasıl önledi?

Çin’in ürettiği markalar hep bu şekilde gelişti.

Son 10 yılda yabancı telefon markaları için 23 milyar dolar parayı yurtdışına ödedik. 

 

Konuyu dile getirdiğiniz zaman ithalatçı firmalar rahatsız oluyor.

Üretim ve icat ve yeni ürün geliştirmenin önünde bin bir engel varken; acentecilik alabildiğine kolaylaştırılmış.

Peki bu yasal ve bürokratik engellemeleri kim destekliyor?

Bu soruları, özellikle bilim dünyasının başındakilere; başta YÖK yetkilileri olmak üzere Üniversitelerimizin saygın rektörleri, dekanları, enstitü müdürlerine yöneltmek istiyorum. Bu konularda araştırma yapılıyorsa, bunları neden basınla ve ilgililerle paylaşmayız.

Üniversitelerimiz yerliye dönüş için neden öncü proje ve çözümlere imza atamıyor?

Daha doğrusu üniversitelerimizin kalkınmada öncü ve motor haline gelmesi ve beyin fonksiyonu ifa edebilmesi için engeller neler?

Yerli otomobil konusuna gelelim. Bunca istek ve destek varken bir türlü gerekli adımlar atılamadı. Bilim dünyası üniversiteler gerekli desteği verdi mi?

Türkiye kendi ilaçlarını da üretmiyor farkındaysanız. Kanserden tansiyona şekerden kalp ve böbrek ilaçlarına kadar tamamının etkin maddeleri yurtdışından getiriliyor.

Temizlik maddesi Bor ürünü Etimatik. Bu ürüne neden layık olduğu desteği veremiyoruz?

Bunun gibi onlarca ayrı sektörü sayabiliriz.

Yapabileceklerimiz, imkânımız, insan kaynağımız potansiyelimiz ve paramız var.

Yağ, un, şeker hazır…

Ne yok? Kim engelliyor?

Evet vatandaşlarımızın bu ve benzeri soruları cevapsız kalıyor genelde.

Çabaların sonuçsuz kalmasında anahtar noktaya dikkatleri çekmeye çalışacağım.

Kendi kültürünüzle yetiştiğinizde büyük düşünebiliyorsunuz. O takdirde mucit insanlar, büyük sanatçılar çıkabiliyorsunuz. Kendi milli üniversitenizi kurabiliyorsunuz; Dünya çapında üniversiteleriniz oluyor.

Çünkü medeniyet kendi tekniğini üretir.

Kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçeceğiz. Teknik kendi kültürümüzden doğacak. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız. Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.

Hâlbuki eğitim düzeninde arz eden manzara şu: Seküler bilim ve eğitim anlayışı insanları; ruhani tüm bağlarından kopartıp, tamamen dünyaperest yapmış bulunuyor. Allah inancı yerine seküler bilimin tanrıları (tabiat, tesadüf ve sebebler) yer alınca, gençlerimizin imanı ve inancı (ve dolayısı ile ahlakı) elinden alınmaktadır.

İlimden irfana giden yol kapanınca mekanik bilgiye odaklı sınavcı eğitim anlayışı ile insanımız bir yandan fikir yürütemez (düşünemez- sorgulayamaz) hale getirilirken, bir yandan da seküler bilimin mana ve kökten uzak hali, dünyevileşmenin temeli, manadan ve özden uzaklaşmanın kaynağı olmaktadır.

İddialı olduğunuz alanlarda bile söz sahibi olamıyorsunuz. Örneğin İnşaat alanında bu kadar ileri olmamıza rağmen, bize hitap eden bir konut projesi olmadı. TOKİ inşaatlarına bakalım. Avrupa’dan tornistan projeleri kesip kopyalayıp yapıştırarak projelendirildi. Baksanıza, en basitinden çocuklar ya da 60 yaş ve üzeri nasıl abdest alacak? Düşünülmüş değil. 80-90 cm lavabolara ayaklar nasıl kaldırılacak? İbadet yapmayı engellemek için tasarlanmış yapı görüntüsü veriyor. En basit bir ayrıntıda bu böyleyse, mutfak ve diğer ayrıntıları siz düşünün.  Çünkü CE ve TSE markalı malzemeler bizim insanımıza göre değil. Avrupa insanına göre tasarlanıyor. Alafranga tipi tuvaletlerin yaygınlaşmasını nasıl izah etmeli?

Kendi bilim ve eğitim anlayışını geliştirmezseniz, körü körüne Batı taklitçiliği sizi buraya getirir.

Sorun şu: yerli ve milli olamadığınızdan (engellerden dolayı) taklit ve kopya “karikatür taklit”leri ortaya çıkıyor. Kimliğinizi bulmamışsanız, aşağılık kompleksi sizin büyük düşünmenize engel oluyor.

Bu eziklik içinde BATI kolayca kendi sistemini dayatıyor size.

Kimliğinizi bulmadan kalkınmak hayal. Taklitlerden kurtulamazsınız. Önce “kendiniz” olacaksınız. Kendi kimliğinizi bulacaksınız.

Aksi halde krizler yakanızı bırakmaz. Ekonomi kırılgan yapıdan kurtulamaz.

Nereden başlayacaksınız?

Bilimi kendimize mal etmek, kendi referans sistemlerimizi kurmak istiyoruz değil mi?

Bilim evrenseldir ama hedefleri milli olmak zorundadır. Bilim sizin kültürünüzün, dininizin, ekonominizin, sanatınızın emrinde olacak.

Gençlere “ithal” bilimi okutarak “milli” ve “yerli” düşünmesini, memlekete faydalı olmasını bekleyemezsiniz. Çoğu özel okullarımız (hatta onları taklit eden bazı devlet okulları bile) baksanıza yabancı eğitim modelleri ile fiyakalı sözlerle öğrenci toplamaya çalışıyorlar.

Hâlbuki aklı başında ülkeler öyle yapmıyor. Örneğin Ruslar’a bakalım. En basit bir örneğini vereyim. Newton Kanunu’nu bile Newton kanunu ve prensibi diye okutmuyor. Newton-Chelowski Kanunu diye ad vererek “milli” ve “yerli” hale getirmişler. Kendi ülkesinden bir ismi yanına koymuşlar. Böyle yapmakla kendi insanına şunu demek istiyor: Bizim kültürümüzde de böyle buluşçu insanlar var.

Hâlbuki Batı bilimi Müslümanlar’dan alırken o insanların ismini söylemedi. Müslümanların isimlerini eserlerine yazmadı. Kopernik’in buluşları aslında İbn-i Şatir’den aşırmadır. Kopernik’in yanında İbni Şatir’in de ismi olmalıydı.

Hiçbir zaman kitabında İbn-i Şatır demiyor. Leonardo Da Vinci’nin buluşlarını El-Cezeri’den aşırdığına dair belgeler var. Mühendislik dehası El-Cezeri’den 250 yıl sonra gelen Da Vinci’nin aynı şeyleri çizmesi tesadüf olabilir mi?

Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal’ı; Almanlar Leibniz’i, İngilizler de R. Bacon’ı öne sürseler de, ilk ortaya koyan Cezerî’dir. İlim dünyasına sunan ilk araştırmacıdır. Aynı zamanda ilk sistem mühendisi, ilk sibernetikçi ve elektronikçi ve bilgisayarın babasıdır Cezeri. Bilgisayarın babası yanlış olarak İngiliz matematikçi Charles babbage lanse edilir.

Günümüz fizik ve mekanikçileri, “ısı etkisiyle haberleşerek denge kurma” sisteminin, ilk olarak J. Watt’ın 1780’de regülatörü keşfiyle başladığını söylerler. Fakat bunun da yine Cezerî’ye dayandığı, onun meşhur eseri Kitabü’l-Hiyel’in 171. sayfasındaki şekilde açıkça görülür.

Böyle daha yüzlercesi var. Bunlar denizden damladır. Newton’un yanına bizim tarihimizden bir isim verebilirdik. Örneğin Nasiruddin el-Tusi ve İbni Sina gibi. Mikrobu ilk bulan Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin’dir. Bizim ders kitaplarımız mikrobun mucidi olarak Pasteur’u okutur.

Yakın tarihimizin büyük Türk Bilimi insanlarına da sahip çıkamıyoruz. Örneğin daha yakın bir zamanda vefat eden Fuat Sezgin… Dünya biliminin Müslüman bilim adamlarınca inşa edildiğini dünyaya ispat etti. Ama bizim Batıya endeksli anlayışımız yüzünden Sezgin’in buluşlarını kendimize mal edemedik.

Fuat Sezgin’in ortaya koyduğu şekilde okullarımızda tarih dersi; bilim tarihi okutabilseydik, gençlerimizde kendine güvenle gelecek değişimi hayal bile edemiyorum.

El-Kindi, Einstein’dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. Behram Kurşunoğlu Einstein ile çalışmış. Onun eksikliklerini tamamlamış bir bilim adamı. Einstein’in teorilerinin yanına El-Kindi’nin ve Kurşunoğlu’nun ismini ilave edebilirdik.

Oktay Sinanoğlu, moleküler biyolojide, fizik ve matematik alanında büyük buluşların sahibi. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümünde çalışırken Bölümde kendisine neler yapıldığını Türk Aynştaynı kitabında anlatır. Bölümde kendisine her türlü taciz yapılmış. Daha başka ayrıntılarını meşhur Beyin Cerrahı Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın’dan dinlemiştim. Sinanoğlu aynı zamanda Batının, özellikle ABD’nin iç yüzünü ve niyetini deşifre eden adam. Sinanoğlu’nun fikirlerinin değerini AB son günlerde daha iyi anlamaya başladık.

Sinanoğlu çapında büyük bilim adamları neden bizim üniversitelerde yer bulamamaktadır? YÖK düzeni çalışanı engellemek için kurulmuştur çünkü. YÖK sisteminin sömürü sistemi olduğunu en güzel anlatanlardan birisi de şüphesiz Sinanoğlu’dur. Darbe anayasası ürünü olan YÖK düzeninden kurtulup, kendi milli üniversitemizi kurmadıkça, YÖK’ün topluma hizmeti değil; yabancı dilde yayın esas alan kriteri ile üniversitelerimizin Batı’ya taşeronluğu devam edecektir.

Yunan düşüncesinde Eflatun önemli bir isim. “Geometri bilmeyen bu akademiye giremez” demişti. İbn-i Haldun ise “İnsan eğer düşüncelerini geometriye endeksleyebilirse, o düşünce kolay kolay yanılmaz” diyor.

Geometri göze hitap ediyor, her şeyden önce akla hitap ediyor. Sanat eserleri esasen geometriden ibaret. Osmanlı binalarının bir geometrisi var; kemeri, sütunu ve pencereleri var. Eski Osmanlı binalarındaki pencereler karşısında hislerimiz ve heyecanımız neden farklı?

Bir de şimdiki pencerelerle kıyasladığımızda mühendislikte geometrinin önemli olduğunu anlıyoruz değil mi? Geometrinin dinlere ve kültürlere göre farkını daha iyi anlıyoruz.

Şu halde mühendislikte bizim kültürümüzde unutulan üç şeyi görüyoruz: Birincisi “tahayyüldür”. Mühendisliğin başı hayal etmeyi öğrenmektir. Geometri bilmekte iş bitmiyor. Birincisi hayalse ikincisi tasavvur. Şimdi tasavvura tasarım diyoruz. Hayal ettiğine bir şekil veriyor insan. Geometri onu kılıfa sokuyor. Tasavvur, surettir. Görüldüğü gibi geometri bilmekle iş bitmiyor. Hayalimiz ve tasavvurumuz zevkimiz gelişmediğinde ve de geometri bilmediğimizde binalarımız ve şehirlerimiz bir medeniyet değeri göstermiyor.

Üçüncü adım ise tefekkürdür. İslam dünyasında neden atom keşfedilmedi diye soruyorlar. Hâlbuki tahayyül edenler ve tefekkür edenler olmuş. Eski Yunan’da atom parçalanamaz deniliyordu. Hâlbuki kimyanın babası olarak bilinen Cabir bin Hayyan şunu demişti: “Eğer atom bir parçalanırsa Bağdat’ta taş taş üzerinde kalmaz.” Yani atomu daha o zamanlar düşünmüşler. Atom bombası fikrinin ilk mucit ve kimyanın babası Cabir bin Hayyan’dır. Maddenin en küçük parça atomun parçalanacağını bundan 1200 sene kadar öne söylemiş. Ama bizim tarihimizde bu bilgiler yoktur. Çünkü müfredatımız Batıdan aşırmadır.

Eğitim sisteminde felsefe olmayınca düşünce üretilemiyor.

Kuru bilgi ile bilim üretilemiyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinde İlahiyat fakültelerine bakıyorsunuz. Ne görüyorsunuz? Fizik de matematik de. Mühendisliğe geliyorsun ve yahut da sayısal bölümlere geliyorsun burada mantık yok, felsefe yok. Mantık, felsefe verilmeyince genç ayağı üzerinde duramıyor. Hâlbuki her şeyden önce insan, ayakları üzerinde durmayı öğrenecek. Çocuk bir yıl, iki yıl içinde yürümeyi öğreniyor.

Mesela Karl Popper önceleri fizikçidir. Mühendisliği ve fiziği bırakıyor. Bilim Felsefesi ile uğraşıyor. İlahiyatçılarda mantık dersi var, felsefe dersi de var. Ama bu sefer mühendislikte bunlar olmayınca, mantar gibi mühendis yetişiyor.

Farabi kitabına Besmeleyle başlıyor, İbn-i Sina ve diğerleri hepsi Besmeleyle başlıyor. Bediüzzaman da besmele ile başlıyor. Artık kitaplara besmele ile başlasak ne olur? Laiklik elden gider mi? 1000 yıllık bir medrese geleneğimiz var. Koskoca imparatorluklar kurulmuş bu okullardan binlerce alim ve arif insanlar yetişmiş. Şimdi bizim medrese geleneğini okullara getirmeye kalksak.. karşı çıkanlar olur mu? Halbuki Amerika’da doktora ve mastır eğitimi, Medrese sistemine benziyor. Onu esas almış.

Bediüzzaman medrese tecrübesini yeniden diriltmek istiyor. Onun için projesinin adına Medresetüzzehra demiş . Orada fen bilimleri ile din bilimlerinin mezc edilmesini birlikte okutulmasını istemiş. Sağlam bir Fen ve Matematik eğitimi verilmesi ile Mantık dersinden beklenen neticelerin fazlası ile hasıl olacağına dikkat çekmiş.

Medreselerde ahlak da vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlak yerine etik diyorlar. Etik diye bir şey uydurulmuş. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlak da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlakı dışlamak için etik denilmiştir. Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının ismi “Charles Sanders Peirce” diyor ki: “Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur.” İşte bakın Batı felsefesini aynı ile alırsak, menfaat esas olur. Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti haline gelirsiniz.

Modernleşeceğiz… Ancak kendi kültürel, entelektüel paradigmalarımızdan yola çıkarak yapacağız bunu. Kendi omurgamızı, kültürümüzü, değerlerimizi merkeze almak şartıyla diğer kültürlere açılacağız.