Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in ABD’nin ev sahipliğinde İsrail ile normalleşme antlaşması yapması, Filistin’de ve kimi Arap ülkelerinde ihanet olarak karşılandı. Filistin sorununu sadece “Arap-Yahudi çatışması” şeklinde algılayanlar için bu iki küçük ülkenin İsrail’i meşrulaştıran bir girişimde bulunması hayal kırıklığı olarak görülebilir. Fakat, bu durum Arapların kendi davalarına olan ihanetini açıklamaya yetmez.

Dünyada 22 Arap ülkesi var ve toplam nüfusları 400 milyonun üzerinde. Bu ülkelerin içerisinde aslında üç ülke hem siyasi, hem de ekonomik güç anlamında lokomotif ülkelerdi: Mısır, Irak ve Suudi Arabistan.

İsrail ile girdiği savaşta büyük bir hezimet yaşayan Mısır 1979’da İsrail’le normalleşme yoluna girmişti. Bu süreci tersine çeviren tek gelişme Muhammed Mursi‘nin kısa süren iktidarıydı. Sonuçta Mursi, kanlı bir şekilde devrilmekten kurulamadı ve hapishanede yaşamını yitirdi. İsrail’e karşı “en net tavır sergileyen” diğer bir ülke olan Irak ise Saddam Hüseyin’in devrilmesi sonrası paramparça oldu ve Siyonizm karşıtlığının bedelini ağır ödedi. Suudi Arabistan’ın durumu ise şimdilik meçhul.

İNGİLTERE’NİN KUCAĞINDA DOĞMUŞ İKİ ÜLKE: BAE ve BAHREYN

Bir buçuk milyonluk nüfusuyla Bahreyn‘in ve 10 milyonluk nüfusunun 8,5 milyonu yabancı işçi olan BAE‘nin, büyük servetlerine rağmen Arap dünyasının siyasetini belirleyebilme şansı elbette çok düşük.

Küçük bir ada ülkesi olan Bahreyn’in tek kara bağlantısı 25 kilometrelik bir köprü vasıtasıyla Suudi Arabistan. Nüfusunun çoğunluğu Şii olan ülkede, muhalefetin üzerinde ciddi bir İran etkisi var. Ayrıca, ülkede hatırı sayılır bir İranlı nüfus da bulunuyor. Arap Baharı’nın etkisiyle başlayan İran destekli Şii ayaklanması, Suudi Arabistan ve ABD’nin desteğiyle güçlükle bastırılabildi.

İki yüzyıl boyunca İran işgalinde kalan ülkeyi 1783’den bu yana aynı aile yönetiyor. Sürekli İran tehdidi altında yaşayan ülkede kurtarıcı pozisyonunda olan devlet İngiltere olduğu için, bu ülkeye karşı daima minnet duydular.

Krallar, İngilizler tarafından yetiştirildi. Şu andaki Kral Hamid bin İsa el Halife, Cambridge Leys Okulu‘ndan sonra, Aldershot Cadet Okulu‘nda İngiliz askeri eğitimi aldı. Buradan da eğitimini Fort Leavenworth‘de ABD Ordu Komutanlığı ve Genelkurmay Koleji’nde tamamladı. Yani sadık bir İngiliz, vatansever bir ABD askeri gibi yetiştirildi.

Birleşik Arap Emirliği‘nin durumu da Bahreyn’den farksız. 16. yüzyıldan 1971’e kadar İngiltere’nin bir kolonisi gibi görülen bu küçük körfez emirlikleri, 1947 yılından sözde bağımsızlığını aldığı tarihe kadar doğrudan İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından yönetildi. Körfezdeki diğer ülkeler gibi bu iki ülkenin en büyük korkusu, Suriye’de olduğu gibi İran tarafından işgal edilmek. Zaten hiçbir zaman gerçek anlamda bağımsız olmayan bu aşiret devletçiklerinin, Batılı istihbarat örgütlerinin ve MOSSAD’ın at koşturduğu; Filistinli Muhammed Dahlan gibi İslam ülkelerinde terör ve darbe tetikçiliği yapan tescilli hainlerin doluştuğu bir yer olması kaçınılmazdı.

İLKESEL TUTUMU KİMDEN BEKLİYORUZ?

Bu noktadan bakıldığında BAE ve Bahreyn’den Siyonizm karşısında ilkesel bir tavır beklemek gerçekçi midir? Fakat, Filistin davasının öncüsü, Gazze ve Kudüs direnişinin mimarı olan Hamas‘tan ve İslami Cihad‘dan “ilkesel bir tutum” beklemek gerekmez mi?

Kudüs davasını, Arap dünyasında “Arapçılık”; İslam âleminde ise “ümmetin sorunu” diye takdim edenler, Suriyeli yüz binlerce masumun katili İranlı Kasım Süleymani için “Kudüs şehidi” dediklerinde ilkesel duruşlarını yitirmişlerdi zaten.

Varlığını Sömürgecilik ve Siyonizm karşıtlığıyla tanımlayan, İslami hareket olma iddiasındaki yapılardan, İngiltere’nin kucağında doğmuş aşiret devletçiklerinden daha fazla Kudüs’e ve elbette Müslümanların canlarına, mallarına, topraklarına karşı sorumlu olmasını beklemek hakkımız değil mi?