TEŞRİ’E (HUKUK) OLAN İHTİYAÇ VE İNSANIN TABİATI

İnsan, yaratıldığı günden bugüne dek, bireysel anlamda, ferdi hayatının etrafında yürüyüp gitmekte, farklı olan tabiatının meyillerinin etrafında varlığını sürdürmektedir. Vakıa insan tek başına kendi durumunu, eksik ve ihtiyaçlarını karşılamada yeterli gelecek durumda değildir. Tabiatı gereği toplum halinde yaşama fıtratı üzerine var edilen insan, ihtiyaçlarını gidermede kendisi gibi olan başka insanların yardımına muhtaçtır. Gücünün yetmediği, organlarının eksik kaldığı ve elinin yetişemediği alanlarda hayatını idame edebilmek için gerekli olan sebeplerde, başkalarından bu yardımı alacak ki bireyin hayatında ve toplumsal yaşamda her bir ferd, bir gediği kapatsın ve toplumsal yaşamın neticesinde hayat kolay güzel bir yaşama dönsün. İnsan fıtri olarak kendisini beğenme, kendisini sevme eğilimindedir; ve herkes arzuladığı hazza doymak ve bundan en büyük payını almak ister. Hayatın çok farklı kulvarlarında insan kendi başına bırakılacak olsa herkes başlı başına bir tiran olur ve hayatta kaos ve çekişme eksik olmaz.

YA HUKUK OLMAZSA?

İnsanlar için yanlışı doğrudan, çirkini güzelden ayıran, arzu ve isteklerini doğru yerde durduran, birbirlerinin arasındaki münasebetlerini düzenleyen bir sistemin olması zorunludur. Böyle bir sistem yok olursa, kimse kimseye yardımcı olmaz, kimse kimseye merhamet etmez ve insanlar karanlıklarda yaşar dururlar.  Bireysel yaşamlar hayvani, huzursuz, gayesiz yaşamlar oluverir. Toplumsal yaşam ise, hakkın öldüğü, batılın açığa çıktığı, hukuk önünde eşitliğin yerini benliklere bıraktığı ve  adalet yok olur. Kimsenin kimseden hesap soramadığı, zorba, azgın bir şeytani hayat olur.

Böyle bir hayat ise, insanların fıtratlarında var olan “birbirlerine olan ihtiyaçlarının görülemediği, Allah’ın (c.c.) varlıkları var edip insanları merkeze koyduğundan beri fıtratına koyduğu birbirlerini tanıma ve bağları muhafaza etme” hakikatini ortadan kaldırır. Bu nedenle Allah (c.c.) ilk insandan itibaren insanları, bir hukukun (kanunların), adapların varlığına ihtiyaç duyacağı bir şuur üzere var etmiştir. Dolayısı ile insanların toplu halde yaşayabilmeleri, aralarında güvenin, adaletin olmasına bağlıdır. Bunun olabilmesi için de Teşri’n (kanun ve yasaların olması) toplum hayatının var olması ve sürdürülebilir olması için zorunluluktur. Allah (c.c.) kullarına lütfu gereği, tabiatlarına kendileri için bir düzen kurma ve akıllarının erişemediği hususlarda dahi, kendilerine fayda sağlayacak birtakım yasalar ve esaslara ihtiyacı var etmiştir. Bu noktada nirengi noktası, insan ya sınırlı olan aklın imkân verdiği ölçüler çerçevesinde bu yasaları belirler ya da evrensel ilahi bir güç tarafından belirlenen ilahi yasaları merkeze alır ve o minval üzere bir yaşam sürer. Birinci şıkkı deneyimleyecek kadar insanın çok yaşamaya pek fırsatı da yoktur. Onun için önyargısız, şartlanmalardan uzak olan her akl-ı selim sahibi olan kişinin ikinci şıkta ifade ettiğimiz ilahi yasalara teslim olması hem dünya hem de ukba saadeti için alternatifsiz olan bir yoldur. Hukukun genel anlamda lazımlılığına temas ettikten sonra kısa da olsa hukukun tarihçesine değinmekte fayda var. Bu meyanda şunları diyebiliriz:

HUKUK TARİHÇESİ

Hukuk tarihi, insanlığın varlığı ile başlayan bir tarihtir. Zira bir varsayım olarak, yeryüzünde sadece bir insan olmuş olsa idi, bunun için herhangi bir kanuna ihtiyaç olmazdı. Böyle olmadığına göre bu insanların her birerinin diğer biri ile veya insanın dışındaki varlıklarla ilişkilerini tanzim edecek bir takım ilke, kural ve yasakların olması hayati bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmakta. Yeryüzünde insanlığın varlık serüveni ve sürecinin aşamalarını şöyle özetleyebiliriz: Fertler, aile, aşiretler, kabileler ve en sonunda devletlerin oluşumu.  Çağlar açısından ele alacak olursak elimizdeki bilimsel veriler ışığında insan topluluklarının yaşadığı çağlar;

Göçebe Toplulukları Çağı (yükseliş ve topluma geçiş) I. M.Ö. 12000 ile 22000 yılları arası (buzulların erimesi ve insanların yeryüzüne yayılması dönemi) II. M.Ö. 10.000 ile 5000 (tarımın ve yerleşik toplumun ortay çıkışı. Yani, M.Ö.  5000-1800 şehirlerin imparatorlukların ortaya çıkışı)

Toplum Çağı (evrensel topluma geçiş) M.Ö. 1800 Hz. İbrahim’in birleştirici mesajının tüm Mezopotamya’ya yayılışı. Yani, M.Ö. 1500 dini-teolojik düşüncenin oluşumu, İsrailoğulları’nın ortaya çıkışı; 1 asır ardından dini düşüncenin eksik bir evrenselleşmesi olarak Hristiyanlık.

Evrensel Toplum Çağı. M.S. VII/ H. I. asır İslam’ın doğuşu ile birlikte halkların etkileşimi ve hareketleri. M. S. VIII/H. II asır civarı. Malların hareketliliği iktisadi bütünleşme. M.S. IX/H. III asır fikirlerin etkileşimi ve hareketliliği ile birlikte kadim uygarlık havzalarının kültürel bütünleşmesi. M.S. 630’larda İslam’ın doğuşu. M.S. 30 evrensel topluma geçiş. M.Ö. 1800 toplum çağı. M.Ö. 10.000 yerleşik topluma geçiş. M.Ö. 20.000 göçebe toplulukları. (Kaynak: İslam Medeniyet Atlası)

İLK DEVİRLERDE BEŞERİ HUKUKUN MAHİYETİ

Toplum bilimciler ilk devirlerde kanunlar, yalın olarak adaptan müteşekkil idi derler. Bu ahlaki ilkeler babadan oğula intikal yolu ile töre gibi intikal etmekte idi. Ayrıca geçmiş toplumlarda kanun ve yasalar o toplumların tabiat ve mizaçlarına göre değişiklikler arz ederdi. Musa (a.s.)’ın şeriatında bir kişi günah işlediğinde tövbesinin kabulü için kendi kendisini öldürmesinin istenmesi gibi. Özetle iklime, coğrafyaya ve oralarda yaşayan insanların mizaçları, akıllarının seviyeleri, rağbetlerinin durumuna göre değişik idi. Bu hususlar ilahi olmayan vâzi’, beşeri kanunlar için geçerlidir.  Zira ilahî teşriin kaynağı olan cenab-ı hak, anı, geçmişi ve geleceği bilendir. Ve kulları için tüm çağlarda doğru ve ideal olanın ne olduğunu bilir ve onu hükmeder.

İLAHİ ŞERİATLERİN DOĞUŞU

Ulemanın bir kısmı Hz. Adem (a.s.) ile ta cennette iken hukuk vardı. Zira Havva validemizle beraber orada iken bir kural kondu ve bu kuralın ihlali sonucu dünyaya indiler, derler. Bazı ulema ise, Hayır, dünyaya geldikten sonra çoğalınca hukuk ve kanunlar geldi, derler.  İlahi hukuk ilk başlarda yalın bir şekilde vaz edildi. Zira insanlar ve hayat çok çeşitli olmadığı için basit idi. Bunlar Allah’ın emirlerine itaat edin ve yasalarından kaçının şeklinde idi, derler. Sonrasında hayat gelişip çeşitlenince ve de insanoğlu hayatı, dünyayı ve içindekilerine hükmetmek için sürekli yeni yeni şeyler ve yollara baş vurunca ilahi hukuk da ona göre detaylandı.

HABER VERİLEN İLAHİ ŞERİATLERİN MAHİYETLERİ

Yahudi şeriatı; aslı ve esası ağır yasalar üzere idi. Zira Hz. Musa’nın (a.s.) kavmi geçmiş zorba kralların zulmü altında yaşadıklarından da anlaşılacağı üzere kuvvetli güçlü şahsiyetlerden idiler. Tabiatlarının sertliğine nisbetle onlara hitap eden ilahi emirler de katı ve keskin idi.

Hz. İsa (a.s.)’ın şeriatı; Yahudilerin hukukunda ağır ve şiddetli olan kanun ve yasaların daha hafifletilmiş şekli idi. Hristiyanlık şeriatı zühde, dünyayı ve lezzetlerini terk etmeye ve vicdanı yükseltecek ruhi terbiyeye ağırlık vermekte idi. Diğer bir yandan da Hıristiyanlık şeriatı Hz. Musa (a.s.)’ın kavmine gelen ağır yasaların bir nevi biraz daha hafifletilmiş şekli idi. Bu durum ve farklılık, ilahi hukukun evrenselliği ve Allah’ın (c.c.) kullarının hallerine ve tabiatlarına uyumlu yasaları vaz etmesinden ileri gelmekte idi.

İslam şeriatı; insanlığın her açıdan zirveye çıktığı ve kemâlâta erdiği bir döneme hitap etmesi hasebiyle, geldiği zamandan kıyamet kopana dek bütün insanlığın tabiatları ve gelişen değişen hayat şartlarına cevap verecek mahiyette hayatın tüm alan ve sahalarını kuşatan kanun ve yasalar manzumesi şeklindedir. Şeriatların indiği toplumların tabiatlarına göre ağır veya hafif olacak şekilde farklılık gözetmesi, sadece amelî olan noktalarda idi. Yoksa bütün peygamberler itikadî (inanç esasları) anlamda aynı hakikatleri tebliğ etmişlerdir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Şevket Gökşan’ın yazdığı Şeriat Neyimiz Olur başlıklı yazı dizisinin diğer bölümlerini buradan okuyabilirsiniz: Muhammed Şevket Gökşan

Editör: TE Bilisim