Erhan İdiz

Erkeklerin başlık parası nedeniyle sıkıntı çektiği şehirlerin birinden, Van’dan geldiğim için bu cümleler çok dikkatimi çekti. Başlık parası diyordu rehberimiz, “Başlık parası nedeniyle evlendiremiyoruz kızlarımızı.” Öğrendik ki kızlar evleneceği erkeğe belli bir miktar para veriyor. Drahomadan farklı olan bu uygulamada çiftlerden biri, statü olarak kendinden daha iyi olana para ödüyor. Genelde erkekler daha iyi bir kariyere sahip olduğu için kızlara da başlık parası ödemek düşüyor. Rehberimiz Sujon, “Bu, kariyer sahibinin kendinden daha aşağıda biriyle evlenmesinin bedeli olarak alınıyor.” diyor. Sujon mühendis, o da bir öğrenciyle evlenmiş fakat para almamış kızdan. Neden diye sorduğumuzda İslamiyet’te böyle bir şey olmadığını söyleyerek bizi kalbimizden vuruyor.

İnsanları çok cana yakın ve herkes elindekini paylaşmanın peşinde. Bu bazen bir meyve dilimi bile olabiliyor. Fotoğraf makinesiyle gittiğinizde çevrenizde bir anda onlarca kişi belirebiliyor ve herkes selfie çekmek için adeta sıraya giriyor. Tabi şunu da belirtmekte fayda var: Yakınlaşmaları asla bir eziklik içerisinde değil, sadece samimiyetten kaynaklı. Kendilerine ikram ettiğimiz Türk lokumu, bisküvi gibi şeyleri beğenmiyorlar, hatta Adana kebabını bile hatırımız kalmasın diye yiyenler oldu.

İnsanları kadar tabiatı da bir harika. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde sonsuz maviliklere bakmaya alıştık. Peki, sonsuz yeşillik içinde boğuldunuz mu hiç? Ya da yeşil ile mavinin gökyüzüne uzandığına şehitlik ettiniz mi? Özenle tek boyda biçilmiş gibi ufukla birleşen pirinç tarlaları tüm olumsuzlukları unutturuyor. Nehirler, dev ağaçlar, gökyüzüne uzanan bambular ve her zamanki gibi sınırsız pirinç tarlaları… Henüz betona feda edilmeyen ülkede tabiatın tüm nimetlerinden yararlanabiliyorsunuz. Jak meyvesi, ananas, mango, muz, malta, salak -ilginçtir ki bir meyve ismi- ile mideniz ziyafet çekerken siz de manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz.

Gittiğiniz her yerde saygıyla karşılanıyor ve bazen eve davet ediliyorsunuz. Bir su içmeye davet ediyorlar nedense, çay kültürü gelişmediğinden olsa gerek. Bir bilseler bizdeki çay sevdasını Seylan’ı işgal edecekler.

Cana yakınlığı kadar çalışkanlığıyla da dikkat çekiyor Bengal halkı. Genç, yaşlı hemen herkes bir yerlerde çalışıyor. Günde 1-2 dolar bile olsa bir şeyler kazanmanın peşindeler. Yüzlerce kilo yük arabası çeken yaşlı insanlara sıkça rastlayabiliyorsunuz ya da günde 3 dolar kazanmak için rikşalarıyla gün boyu ter içinde pedal çeviren delikanlılara.

45 dereceyi bulan sıcaklıkta buz gibi bir suyun çok iyi gideceğini düşünüyorsanız boşa heveslenmeyin. Çünkü hiç kimse içmediği için soğuk su bulmanız imkansız. Soğuk suyu sağlıksız bulduklarından ılık su içmeyi tercih ediyorlar. Kapitalizmin amiral gemisi ürünler buzdolabında ‘soğuk içiniz’ talimatına uygun satılırken yöresel içecekler ve su açıkta sıcak bir şekilde satılıyor. Tabi dolaptaki soğuğun bizdeki ılığa eşit olması da ayrı bir ironi.

Suç oranlarına dair istatistikleri bilmesem de 20. kattaki evin bile pencere ve balkonunda demir parmaklıklar olması bu konuda ipuçları veriyor. Fakat buna karşın İstanbul’dan daha az tehlikeli olduğu kanısındayım nedense. Belki de bu güzel insanlara kötülüğü yakıştıramadığımdan.

Çokça sokak satıcısının olduğu ülkede özellikle okul önlerinde satılan çeşitli yiyecekler merdiven altı piyasasına rahmet okutacak cinsten. İç içe geçen elektrik ve internet kabloları o kadar fazla ki şehrin en büyük görüntü kirliliğini oluşturuyor.

Teknolojinin henüz kirletemediği ülkede cep telefonu çılgınlığı bizdeki seviyeye ulaşmaya çok uzak. Fakat reklam tabelalarına bakınca kapitalizmin nasıl çalıştığı görülüyor. Her tarafta reklamları bulunan GSM operatörleri, yiyecek ekmeği olmayan insanlara gigabayt gigabayt internet satmanın peşinde.

İngiltere’ye 10 bin kilometre uzakta ve yüzde 89’u Müslüman bir ülkenin İngiliz Uluslar Topluluğu’na üye olduğunu öğrendiğimde garip gelmediği için ne fark eder deyip geçtim. Fakat İngiliz bayraklı tişörtler giyip İngilizce konuşan insanların kriket gibi İngiliz oyunları oynadığını görünce meselenin özünü kavramaya başladım. Zenginlik dışında her şey İngilizleşiyordu burada. İngiliz toplumunun bir parçası olmaya çalışan ülkede sadece İngiliz’in refah seviyesi eksik.

Bir Türk restoranında alıyoruz soluğu. Anlatıyor Türk restoran sahibi müşterilerini, “Türk konsolosluğunda çalışan 12 kişi var onlar geliyor, ABD konsolosluğunda da yaklaşık bin kişi var onlar da geliyor.” diye. Son cümlesine takılıyor kafamız. Tekrar soruyoruz, “ABD konsolosluğunda bin kişi mi çalışıyor?” Adam sorumuzla varıyor ağzından çıkanın farkına.

Belli ki garip gelmemiş bin kişinin çalışması. Bu sayı doğru mu bilmiyorum. Ama cevap evet ise üzerinde cidden düşünülmesi gerekiyor.

İngiltere ve ABD dışında Hindistan da çok büyük bir etkiye sahip bu ülkede. Endonezya’dan sonra sayıca en kalabalık Müslüman nüfusa sahip olan Hindistan, sınırları içerisinde bulunan Bangladeş’i kontrol altında tutmaya çalışıyor. Zira Bangladeş’in Hindistan’daki Müslümanlar üzerinde etki kurmasından çekiniyor. Tüm bu parçaları birleştirdiğimizde Cemaat-i İslami liderlerinin idam sehpalarına çıkarılışı otomatikman hareketleniyor gözlerimizin önünde.

Hijyen anlayışları bizden farklı. Bu konuda önyargılı olmamam gerektiğini biliyorum. Derslerden öğrenmiştim her kültürün kendi sistemi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini. Fakat yine de bir acaba vardı kafamda, acaba diyordum… Bir taraftan da acaba Avrupalılar bizim için ne düşünüyor, onlar da bizi böyle yargılıyor mu diye düşündüm. Kafamdaki bu soru işareti ile Türkiye’ye döndüğümde metrobüs durağındaki çöp yığını ve bir yandan izmaritini yere atıp diğer yandan sümküren dayı kafamdaki tüm acabaları silip attı. Franz Boas’ın bile ikna edemediği beni tek bir hareketiyle bilimin şefkatli kollarına itti yeniden.

Paslanmış sac barakadan oluşan delik deşik bir yetimhanenin nasıl olur da lüks sayıldığına mantık erdiremedik ilkin. Siz de erdiremediyseniz yarın nasipse Diriliş Postası’nda buluşalım yeniden.

Editör: TE Bilisim