Diriliş Postası Ankara Temsilcisi Seda Şimşek/Ankara

Bana hep “Kitap yaz” derdi, işte o kitap için saklıyordum ama kısmet bugüneymiş. “Demokrasi şehidi”, Başbakan Adnan Menderes’in topraklarında, Çakırbeyli Çiftliği’nde Türk milletine emaneti, oğlu Aydın Menderes ile 2010 yılında ve bir yıl önce 2009 yılında Ankara’daki evlerinde yaptığım röportajı bugünün anısına yayınlıyorum.

27 Mayıs 1960 Türk siyasi tarihinin en kara günüdür. 14 Mayıs 1950’de milletin oyu ile iktidara gelen Demokrat Parti (DP) 27 Mayıs 1960’da askeri darbe ile alaşağı edildi.

Başbakan Adnan Menderes, bakanları, milletvekilleri, yüzlerce Demokrat Partili tutuklanarak Yassıada’ya gönderildi. Hukukun katledildiği düzmece bir mahkemenin verdiği karar ile Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildi. Aydın Menderes, idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in en küçük oğludur. 1946 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı. Ankara İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Daha sonra o da babası gibi siyasete girdi,

TÜRKİYE ADNAN MENDERES VE DP RÖNESANSINI YAŞAYACAKTIR

Adalet Partisi’nden (AP). 12 Eylül darbesinin ardından siyasi yasaklılar arasında yer aldı. Refah Partisi’nden (RP) ve Doğruyol Partisi milletvekili oldu. RP adına yaptığı bütçe konuşması hafızalara kazındı. Antalya’da RP kampına giderken Afyonkarahisar’da geçirdiği trafik kazası ile omurilik felci geçirdi. Ancak, siyasete devam etti. Aydın Menderes siyasetçi kimliğinin ötesinde bir mütefekkir, entelektüeldir. Zamanının büyük bir bölümünü kitap okuyarak geçirirdi. Memleket meseleleri ile hemhal idi. Annesiz, babasız, kardeşsiz geçirdiği yıllarda en çok neyi severdi derseniz, tabii ki şüphesiz ve hiç tereddütsüz ülkesini, milletini ve eşi Ümran Menderes’i.

Aydın Menderes her 27 Mayıs öncesi duygulanırdı. Röportajlar sırasında da babasını anlatırken gözleri dolmuş, sesi titremişti. “Zaman acıları hafifletir” derler, ama bu söz Aydın Menderes’in gözlerinde bütün anlamını kaybederdi. 27 Mayıs 1960 darbesinin de, idam sehpasının kurulduğu ve cellâdın ipi çektiği 17 Eylül 1961’in de acısı dipdiri dururdu gözlerinde. Ben 27 Mayıs’ı ondan dinledim, anlattıkları da tarihe ve millete emanettir.

14 Mayıs 1950 ile 13 Mayıs 1950 arasında ne fark var?

13 Mayıs 1950’de var olması gerekenler yoktu, yok olması gerekenler vardı. 15 Mayıs 1950’den itibaren var olması gerekenler var ve yok olması gerekenler de yok olmaya başlamışlardır. Bunun içindir ki 14 Mayıs kendinden öncesini ve sonrasını gece ve gündüz gibi birbirinden ayırmaktadır. Devletin hizmetkârı millet anlayışı gitmiş, milletin hizmetkârı devlet uygulaması gelmiştir. 14 Mayıs’tan önce din ve vicdan hürriyeti – ki insan hakları sözleşmesinin ve demokrasinin asla vazgeçilmez gereğidir- aşırı bir laiklik saplantısı uğruna Türkiye’de neredeyse yok edilme aşamasına gelmiştir.

Sizce DP’nin bu konudaki en önemli adımı ne olmuştu?

DP’nin ve tabi özellikle de Adnan Menderes’in ilk icraatı ezanın Türkçe dışında okunması yasağını kaldırmak olmuştur. Bugün, her vakit ve Türkiye’nin her yerinde ezanlar “Allah-u Ekber” diye Hz. Muhammed (sas) döneminde olduğu gibi ve Bilal-i Habeşi’nin okuduğu şekilde okunduğu sürece Adnan Menderes’in ve bu yasağı kaldıranların amel defterlerine sevap yazılmaktadır. Köy çocuklarının Kur’an-ı Kerim’i öğrenebilmeleri jandarma baskınlarından kurtarılmıştır. Bugün İstanbul’da her yabancıya iftiharla gösterdiğimiz, büyük camiler bile DP döneminde çok köklü restorasyon görmeselerdi hepsi yıkılıp gitmeye yüz tutmuştu. Bu ülkede Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesi ile Hacı Bektaş Veli’nin türbeleri DP döneminde ve aynı gün ziyarete açılmışlardır. Refii Cevat Ulunay, Fatih Türbesi açıldıktan sonra, haftalarca Fatih’in tabutunun üstündeki kuş kazuratının nasıl malalarla temizlendiğini Milliyet Gazetesi’nde köşesinde anlatmıştır.

DP bir anlamda milli ve manevi değerlerle devletin barışmasını mı sağladı?

14 Mayıs 1950’de Türk milleti kendi milli ve manevi değerleri etrafında tekrar kenetlenip, en kısa zamanda 1699’daki Karlofça’yı ters yüz etmek için yola koyulmuştur. Bunun başlangıcı 14 Mayıs, Adnan Menderes ve DP’dir. Tarihin akışı bu istikamette olacaktır. Önümüzdeki zaman dilimi içinde Türkiye yeniden bir Adnan Menderes ve DP rönesansını adeta yaşayacaktır. Adnan Menderes’in ruhu bu topraklar üzerindedir, milleti ile beraberdir. Hedeflediği, her manadaki düşü büyük ve itibarlı Türkiye mutlaka kurulacaktır. 14 Mayıslar giderek her seferinde daha büyük bir bayram havası içinde hatırlanacak, 27 Mayıs ise her seferinde büyük çoğunluklar tarafından tel’in edilecektir. Zaman, bu sözlerin tanığı olacaktır.

Türkiye ikinci bir 14 Mayıs ile buluşabilecektir

Türkiye yeni bir 14 Mayıs’ı yaşayabilir mi?

Bana göre ikinci 14 Mayıs Türkiye’nin yeni kızıl elmasıdır. Bir ülkede egemenliği yoksa millet olmaz, millet olmazsa onun birlik ve bütünlüğü olmaz, bunun içindir ki Türkiye’de devletin ve milletin birlik ve bütünlüğünün sağlanmasının ilk adımı da “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine geri dönecek bir süreçtir.

Türk milleti CHP’nin oyununu gördü

Türkiye’de çok partili hayata geçişi bazı sol aydınlar İsmet İnönü’nün bir lütfu olarak nitelendiriyor. Bu böyle mi?

İsmet Paşa dışarıya karşı göstermelik bir demokrasi peşindeydi. DP, “Biz demokrasicilik oynamayız, milletvekilliklerinden istifa eder, sine-i millete döneriz, aradan çekiliriz gücünüz yetiyorsa, gider derdinizi millete anlatırsınız” demiştir. Bundan sonra CHP kapalı oy, açık tasnif ve hâkim teminatı altında bir seçimin 14 Mayıs’ta yapılmasına razı olmuştur. “Yeter! Söz milletindir…” sloganı unutulmamalıdır. 14 Mayıs 1950’de milletin zoru İsmet Paşa ve CHP’nin oyununu bozmuştur. Ne yazık ki 27 Mayıs bunun en gerçek dışı iftiraları öne sürerek intikamını almaya çalışmıştır. Belli bir ideolojiye bağlılığı hiç reddetmem, ama olayları o ideolojiye uydurmak için gerçeklerden ve yaşadığımız toplumdan korkmamalıyız.

BABAMI ESKİŞEHİR’E YOLCU ETTİM

27 Mayıs’tan önce babanızla en son ne zaman görüşmüştünüz?

Eskişehir’e gideceği gün sabah erken kalkmış, çıkarken babamı görmüş, onun elini öpmüştüm. O da başımı okşamıştı. Böylece kendisini yolcu etmiştim.

Giderken olağanüstü bir olay yaşadınız mı?

Hayır, hiçbir olağanüstü durum yoktu. Her günkü gibiydi. Bende de farklı bir düşünce, endişe, herhangi bir olumsuz beklenti yoktu. Bu arada hemen şu hususu da ilave edeyim: Rahmetli annem rahmetli babamı hem çok sever hem de çok takdir ederdi.

Onun bütün siyasi faaliyetlerini her kanaldan takip ederdi. Başarısı için her zaman duacıydı. Bunun yanı sıra ise rahmetli babamla ilgili genel bir endişesi vardı. “Çekemeyeni çok. Bir hasedin kurbanı olmasından korkarım” derdi. Bazı bakanların rahmetli babama sadakat içinde olmadıklarını söylerdi. Böyle olmasına rağmen 27 Mayıs’ın öncesinde annemin “bir darbe olur” gibi somut bir tehlike beklentisi yoktu.

Anneniz hangi bakanların sadakat içinde olmadığını düşünürdü?

Başta Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes olmak üzere DP grubunda daha önce bakanlık yapmış yapmamış bazı kişiler için de aynı şeyi düşünürdü. Sezgilerinde tamamen haklı çıktı. O isimlerin büyük bir çoğunluğu Yassıada’da sadakatsizliklerini ortaya koydular. Bunların bir kısmı 27 Mayıs’tan sonra bize gelmek isteseler de annem kabul etmedi. Kapıdan çevirttikleri bile oldu.

ÇANKAYA KÖŞKÜ’NE GİTTİK

Darbenin olduğunu nasıl öğrendiniz?

Henüz ortalık karanlıktı. Annem beni uyandırdı “Aydın kalk, ihtilal oluyormuş, telefon geldi” dedi. Hemen kalktım, giyindim. O sırada bazı telefon görüşmeleri gerçekleşti. Bir süre sonra telefonlar kesildi. Güneş doğmak üzereydi. Aramızda “ne yapalım” diye düşündük. O gece nöbetçi olan garsonumuz rahmetli Osman Karahan da vardı, “karşıya, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gidelim, oradan daha iyi haber alabiliriz” dedik.

Aradaki mesafe 200-300 metredir. Hiç unutmuyorum, her ihtimale karşı rahmetli Osman babamın tabancasını da yanına aldı. Annem ve ben önde, o arkamızda yola düştük. Güneş doğmuştu. Her tarafta asker vardı. Köşk’e geldik. Rahmetli Reşide Hanımefendi, Nilüfer Gürsoy Hanımefendi ve çocukları üst katta oturuyorlardı. Biz de onların yanına oturduk. Hiç kimsenin bir şeyden haberi yoktu.

İLK HABERİ MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ’NİN TEBLİĞİ İLE ALDIK

Annenizin ilk tepkisi ne olmuştu?

Babamdan ne yapıp edip bir haber almak istiyordu, acaba “O ne yapıyor?” diyordu.

Haber alabildiniz mi?

Hayır. Milli Birlik Komitesi’nin daha sonraki bir tebliği ile öğrendik. Tebliğ, “Kütahya yolunda yakalandı” diyordu. Tabii, ortada bir yakalanma yoktu. Ancak, bu şekilde kendisinin hayatta olduğunu ve geçekleştirilen darbeye karşı herhangi bir eyleminin veya tedbirinin söz konusu olamayacağını anlamıştık. Bir taraftan hayatta olduğunu öğrenmenin çok buruk bir memnuniyeti, diğer taraftan darbenin gerçekleştiği gerçeğinin acısı yüreğimize oturmuştu.

Tebligattan sonra kendisinden ilk haberi ne zaman aldınız?

Öğle üzeriydi, daha karşıda Köşk’teydik. Konuttan telefon geldi. “Harp Okulu’ndan geldiler, beyefendi size bir mektup göndermiş. Sizden istekleri varmış” dediler. Annem bana fırsat vermeden, “sen burada kal” dedi. Endişeli bir şekilde kucaklaşıp, vedalaştık. Bir süre sonra annem döndü. Gelen yazı bir pusula gibiydi. Eski yazıyla yazılmıştı. “Harbiye’de mefkufum” diye başlıyordu.

İKİNCİ CUMARTESİ GÜNÜ KONUTTAN AYRILDIK

Köşk’te ne kadar kaldınız?

Akşamüstü ayrıldık, kaldığımız konuta döndük. 27 Mayıs’ı takip eden ikinci Cumartesi günü Kavaklıdere Göreme Sokak’ta tuttuğumuz bir apartman dairesine taşınmak üzere konuttan ayrıldık.

Darbecilerin böyle bir talebi oldu mu?

Önce, annem muhtelif yerlere “Ne zaman ayrılmamız isteniyor?” diye sordu. Başta bir cevap alamadık. Ama, hazırlıklarımızı yaptık. Tanıdıklarımız ev bulmamıza yardımcı oldu. Bu arada konutu boşaltmamız istendi. Biz de gereğini yerine getirdik.

Darbeden sonra babanız Adnan Menderes’i ilk kez ne zaman gördünüz?

1960 Kasım ayıydı. Kasım ayının ortalarına doğru Milli Birlik Komitesi kaynaklı bir haber geldi. Anneme telefon edilmişti. Bir kaç gün sonra belli bir tarihte Yassıada’da babamı ziyaret edebileceğimiz söyleniyordu. O vakit, Yassıada irtibat Bürosu olarak kullanılan, Dolmabahçe Sarayı’na gidecek ve vapura oradan binecektik. O tarihe kadar Yassıada’da bulunanların yakınlarından hiçbirisi Yassıada’ya gidip oradakilerle görüşmemişti. Kasımın ortasında bu görüşme gerçekleşti.

Siz de annenizle gittiniz değil mi?

Tabii kumandanın odasına aldılar. Kumandan odamızdaydı, başbaşa kalamadık. Karşılıklı hal hatır sormalar, eski anılardan bahsetmeler, “aman kendine iyi bak” sözlerinin egemenliğinde çok ağır ve hüzünlü bir havada geçmiştir bu görüşme. Ama, yine de bir görüşme mümkün olmuştu.

Bu bir yumuşamanın işareti olabilirdi. Az da olsa içimizde ümit denilebilecek bir ürperti de vardı. 50 dakika civarında bir görüşme olduğunu söyleyebilirim. Babam çok üzüntülü ve çok kilo vermişti.

Annem komutana dönüp “Komutan Beyefendi Adnan’a gösterdiğiniz ilgiye müteşekkiriz ama, çok kilo vermiş. O konuşmadan ve yürümeden yapamaz. Hiç olmazsa kısa süreli de olsa istediği arkadaşlarıyla görüşmesine bir izin verseniz” dedi. Ada Komutanı, ara sıra ben onu buraya çağırıyorum. Birlikte görüşüyoruz. Ethem Menderes de oluyor” dedi. Annem de “Aman, kumandan beyefendi o olmasa daha iyi olur” diye cevap verdi. Rahmetli babam da anneme dönerek “Aman Berrin bırak hiç olmazsa bari o olsun” diyerek araya girdi.

Nasıl ayrıldınız?

Çok zor. Gözler yaşlı. Tekrar tekrar birbirimize sarılarak. Can dayanmaz.

“HELALLEŞEMEDİK”

Daha sonra kaç kez görüşebildiniz?

1961 yılı Ağustos’un ortalarında Yassıada Mahkemeleri bitmiş, kararlar okunmak üzere 15 Eylül’e kadar ara verilmişti. Bütün aileler 150”şer kişilik kafileler halinde yakınlarıyla görüşeceklerdi. O vakit 2 ağabeyim de yurtdışından döndükleri için bu sefer dördümüz bir arada, yine vapurla ve diğer Yassıada’da bulunanların yakınlarıyla birlikte Yassıada’ya gittik. Sadece iki kez görüşmemize izin verildi. Her gün sadece bir kişi 50 kelimeyi geçmeyen mektup yazabilir, Yassıada’dakiler de yine aynı şekilde sadece en yakınlarına yine 50 kelimeyi geçmemek üzere tek bir mektup yazabilirlerdi.

Bu son görüşmeniz mi oldu?

Ağustos’taki görüşmemiz son görüşmemizdir. Hepimiz bunun farkındaydık. Komutan yine başımızdaydı. Kendi azametle koltuğuna kurulmuş, hepimizle birlikte fotoğraf çektirtiyordu. Bu arada da rahmetli babama “Adnan Bey ağaya kalk, Berin Hanım’ın yanında dur ya da sen de otur” gibi komutlar veriyordu. Hiç olmazsa 3-4 dakika helalleşmek için bizi yalnız bırakabilirlerdi. Ağlaştık, birbirimize tekrar tekrar sarıldık. Bir el içimize girdi, ciğerimizi söktü, ama helalleşemedik. İki cümle söylemek istesek onu söyleyemedik. Söylenecek gizli birşey yoktu. Ama, ölüme gönderileceğini bildikleri bir insanı yakınlarıyla, çocuklarıyla, eşiyle bir kaç dakika yalnız bırakmak asgari bir insaftan mahrum olunduğunun en açık göstergesidir. Bunun için anlatıyorum. Bir fırsat olsaydı babama, “Baba burada olanlara bakma milletin senin bıraktığın gibidir. Daha büyük bir sevgiyle seviliyorsun. Herkes senin için dua ediyor” demek istiyordum. İçimde kaldı. Komutan varken de bunu söyleyebilirdim, ama bu tür sözlerin Adnan Menderes’in kaderini elinde tutanları büsbütün aşırılığa sevk edeceğinden korkuyorduk. “Babama en ufak bir zarar verir miyiz” kaygısı her zaman, her yerde, onunla beraberken de her kelimeyi ölçüp tartmamıza sebep oluyordu.

En son neler konuştunuz?

Bugünler geçer, kendinize iyi bakın, yakında inşallah kavuşacağız… Yine biraz geçmiş hatıralar… O günkü konuşmanın acısını, hüznünü, orada yaşananları dünyadaki hiçbir lisan anlatmaya kafi gelmez. Belki bir kamera çekim yapsaydı bunu izleyenler daha iyi anlayabilirlerdi. Gerçi, böyle bir durumun ne kadar acı olduğunu herkes az çok kendi nefsinde hisseder. Allah kimseye böyle anlar yaşatmasın. Böyle bir durumda insanların neler hissettiklerini, neler konuşup neleri konuşamayacaklarını da yaşayarak öğrenmek gibi bir durumda kalmasınlar.

Size son bir sözü ya da ailenize bir vasiyeti oldu mu?

Hayır, olmadı. Kötü ihtimali ne o ne de biz telaffuz ettik. O ihtimal zaten orada duruyordu ve hepimizin ruhunu bir akrep gibi kıskacına almıştı. Ayrılamadık. Hele babam döndü döndü tekrar bize sarıldı. Annem zaman zaman “insanoğlu ne kadar dayanıklıymış” derdi. Nelere dayanmak mecburiyetinde kaldık? Yerden göğe kadar haklıydı. İnsan dönüp bakınca bunlara nasıl dayanabildiğini, aklının ve kalbinin bunları nasıl taşıyabildiğini hayretle karşılıyor. O anı aksettirecek tek bir cümle söyleyemem. Ayrılmanın özellikle son dakikalarında söz tükenmişti. Olsa olsa herkeste hiç olmazsa şu an zaman donsa kalsa düşüncesi olabilirdi.

Anneniz çıktıktan sonra size bir şey söyledi mi?

O veya biz ne diyebilirdik ki? Söz bitmişti. En sevdiğiniz insanı bir daha göremeyeceksiniz. Ve o idam edilecek. Kim kimi neyle teselli edebilir? Sadece dua, Allah’a tevekkül, sabır, metanet, başımızı dik tutalım ve ayakta duralım, ölsek de yıkılmayalım düşüncesi. Ve sonra biz Ankara’ya döndük.

Evde ilk tepki ne olmuştu?

Daha hiç kimse bir tepki göstermeden, kimin olduğunu hatırlamadığım birisinin sesi yükseldi: “Bir dakika görev herşeyden önce gelir. Derhal bir telgraf yazılsın ve rahmetli büyüğümüzün naaşı Milli Birlikte Komitesi’nden ve ilgili olabilecek yerlerden istensin” dedi. Hemen kalem kağıt geldi, telgraf yazıldı. Daha sonra Bursa Milletvekili de olan Özer Yılmaz, telgraf metnini aldı, taksiye bindi, nöbetçi postaneye telgrafı çekmek üzere yola çıktı. İşte o anda evde bulunanların feryadı artık gökyüzüne yükseldi. Tarif edilmez bir acı, bir an için annemin sağlığından endişe ettim. “Bari onu da kaybetmesek” diye bir düşünceye kapıldım. Bir divanda oturuyordu, hızla ona yöneldim, ağabeylerim de onun yanındaydı.

Birbirimizle kucaklaştık. Sadece ağladık. Annemin yüzü kıpkırmızıydı. Çok sağlıksız gözüküyordu. Yakın akrabamız bir doktor vardı, bir iğne hazırladı. Annem, “iğne filan yapmayın. Bırakın ne olacaksa olsun” dedi. Başta büyük ağabeyim, hepimiz, yalvardık, yakardık kendisine nispeten sakinleştirip, uyutacak bir iğne yapıldı. Ama, o yıllarca “hiç o iğneyi yaptırmayacaktınız” demiştir, ama o iğne yapılmasa belki o anda annemi de kaybedebilirdik.

YAĞLI İLMİĞİN PARASINI İSTEDİLER

Başbakanımızın özel eşyaları size ulaştırıldı mı?

Aradan az bir zaman geçti. Ben okula başlamıştım. Bir gün eve bir torba geldi. O gün babamın üstündeki eşyaları ve elbiseleri göndermişlerdi. Bir süre sonra da bize icradan cellâdın, darağacının, yağlı ilmiğin parasını ödeyin diye ödeme emri geldi.

HİÇBİR ZAMAN YALNIZ KALMADIK

27 Mayıs’tan sonraki günlerde yalnız mıydınız?

İlginçtir, yan çizenler hatta ısrarla kaçanlar bile oldu. Ama, bunun yanı sıra daha önceden hiç tanımadığımız yurdun dört bir köşesinden nice insanlar gelip bizi buldular. Tek kelimeyle söyleyeyim, hiçbir zaman yalnız kalmadık ne evde ne de sokakta. Her kesimden, her yerden, birinin ismini söylesem diğerlerine haksızlık etmiş olurum. Taksiye binsek taksici para almak istemez, “Biz Menderes’in ekmeğini çok yedik. Ben bu arabaya onun zamanında sahip oldum. Allah bereket versin iyi de para kazandık” derdi. Bir alış veriş için bir mağazaya gitsek, esnaf aynı şekilde bizi karşılardı. “Çok ortalıkta gözükmeyelim halk toplanır, o da darbecileri tahrik eder husumetlerini kamçılar Yassıada’da babama zararları artar” diye düşünürdük. Özellikle 1961’de idamlardan sonra – ki o vakit seçim yapılmış, parlamento da açılmıştı- bizim evimize oluk oluk her yerden insanlar gelirdi.

Ben lisedeydim, evde olduğum vakit beni de görmek isterler, geç saatlere kadar ders çalışmaya imkânım olmazdı. O vakit, bütün mallarımız hacizdeydi. Gelenler “kendi aramızda topladık” diye bir nakdi destekle de gelirlerdi. Rakamlar büyük rakamlar değildi. Bu da samimiyetin bir göstergesiydi. Ama, yaygındı.

MİLLET KORKUTULDU

Babanız başına geleceği tahmin ediyor muydu, yoksa bir umudu var mıydı?

Mahkeme rezaleti ortada. Basın ortada. Millet, “Kıpırdarsanız Yassıada’da kan ve kemik yığını kalır” diye korkutulmuş, hak, hukuk, adalet yok. Haset, husumet var. Bu şartlar altında kimsenin kolay kolay bir ümidi olmaz. Hele annem başından beri karamsardı. Ama, tabii ki insan bir taraftan içindeki ümidi tamamen yok da edemez. Özellikle Allah’a inanlar için her zaman ve her şart altında bir ümit vardır. Bu anlamda “Allah onu kurtarır” diye özetleyebileceğim bir ümidimiz vardı. Yoksa şartlar darağacını işaret ediyordu, hem de açık açık.

İdam kararını nasıl öğrendiniz?

15 Eylül’de kararlar açıklandı. Kararlarla birlikte Adnan Menderes’in intihara teşebbüs ettiğini, yoğun bakımda olduğunu, mahkemeye çıkmadığını radyodan öğrendik. Durumu neydi acaba? Düşününüz, “Böyle ölsün” deseniz en yakınınız, canınız, asla Allah’tan ümit kesemezsiniz, “yaşasın” deseniz, sehpaya götürecekler, idam edecekler. İçine düştüğümüz durum buydu. Bir haber alsak, yoksa canını aldılar da duyurmuyorlar mı, her ihtimale açık bir durum.

Durumu hakkında bilgi alabildiniz mi?

Hayır. Ne bizim tarafımızdan 15 ay Yassıada’ya bir kuş uçtu, ne Yassıada’dan bizim olduğumuz yerlere herhangi bir kuş havalandı. Kararlar okunurken Adnan Menderes “intihar girişiminde bulundu” diye mahkemeye getirilememiştir. Yassıada’dan canlı yayın yapılıyordu. Haber bekledik, bütün gece uyamadık. 16 Eylül sabahı erken saatte gazeteler geldi.

Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edildiklerini öğrendik. Babamın gözleri kapalı kolunda serum yatakta resmi vardı. 15 idamdan 12’sini Milli Birlik Komitesi müebbede çevirmişti. Yaşadığı takdirde sıranın babamın geleceğini tamamen anlamış olduk.

ACI HABERİ RADYODAN ÖĞRENDİK

Annenizle birlikte İsmet Paşa’ya gittiğiniz ve idamın durdurulmasını istediğiniz aktarılıyor, ne yaşandı?

O arada yanımızda olan yakınlarımızla birlikte ne yapacağımızı düşündük. Bir gün önce annem CKMP Genel Başkanı rahmetli Osman Bölükbaşı’nı aramış, ondan yardım rica etmişti. O da “Çok üzgünüm. Ben elimden geleni yaptım. Köşk’te bir hafta önce yapılan yuvarlak masa toplantısına da bu sebepten katılmadım” demişti. Annem, “Ulaşabileceğimiz tek kişi İsmet Paşa’dır. Ben giderim. Bundan dolayı babanıza en ufak bir gölge düşmez. Benim birinci görevim onun hayatını kurtarabilmek için az veya çok her ihtimali değerlendirebilmektir. Boyun eğdi denilecekse bana denilir” dedi ve 2 ağabeyime dönüp, “Siz kalın. Yalnız gitmem de doğru olmaz. Ben Aydın’ı alır giderim” dedi. Birlikte gittik. Rahmetli Mevhibe Hanım kapıda karşıladı. O zaman Ayten Sokak’ta Bahçelievler’de oturuyorlardı. Oturma odasına bizi aldı, “Bakın kim gelmiş” diye İsmet Paşa’ya seslendi. O ayaktaydı.

Elini sıktık. Bize “Buyurun, oturun” dedi. “Paşam Adnan’ı çok yakından tanırsınız, bu memlekete kötülük yapmış ve kötülük yapacak insan değildir. Sizin sözünüzü dinlerler. Bu konuda yardımınızı rica etmek için geldim” dedi.

İsmet Paşa da “Şu ana kadar bu yolda gereken girişimlerde bulundum. Çılgın vaziyetteler. Söz dinlemiyorlar. Maalesef, yapabilecek birşey yok” dedi. Araya karşılıklı bir iki cümle daha girdi, annem teşekkür etti, izin aldık ve ayrıldık. Eve döndük. Babamın sağlık durumundan ve akıbetinden hâlâ bir haber yoktu. Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e Adnan Menderes’in hayatının bağışlanması için ziyarete gittiğini, herhangi bir sonuç alamadığını, hatta orada bulunan bazı kişilerin kendisine kötü muamelede bulunduklarını öğrendik. Gece yine beklemekle, uykusuz geçti. Evimiz doluydu ve tabii dua ediyorduk. Ertesi gün de hiçbir haber alamadık. Kulağımız radyodaydı. Öğlen haberlerinde hiçbir şey söylenmedi. Günlerden pazardı, akşam 19.00 haberlerinde Adnan Menderes’in idam edildiği söylendi.

Acı haberi bu şekilde aldık. 17 Eylül sabahı, Devlet Başkanı Cemal Gürsel, Yassıada komutanını aradığı ve “İdamı durdurun. Kısa zamanda bir formül bulacağım” demiş. Ada Komutanı henüz Adnan Menderes sağ ve Yassıada’da olduğu halde “Yapacak bir şey yok. İdam gerçekleşti” diye cevap vermiştir. Söylenildiğine göre, Adnan Menderes’i Yassıada’dan İmralı’ya götüren hücumbota bir darağacı kurulmuştur. Bir müdahale olursa orada yapılması düşünülmüştür. İmralı’daki infaz pazar günü ve öğlen saat 13.00 surlarında gerçekleştirilmiştir. Bunları bir bütün olarak elbette tarih değerlendirilecektir. Ortada suç yok, ortada mahkeme yok, dolayısıyla ortada bir ceza yok. İmralı’daki idamlar sadece bir cinayettir.

Telgrafa bir cevap geldi mi?

Telgrafa sonradan hiçbir cevap gelmedi.

Son anlarını, nasıl idam edildiğini sordunuz mu?

17 Eylül pazar günü, saat 1 sularında Yassıada’dan Adnan Menderes’i İmralı’ya getiren hücum bot limana yanaşır, Adnan Menderes’i karaya çıkartırlar. Elleri arkadan kelepçelenir. Üzerine idam gömleği giydirilir. Karar bir kere daha yüzüne okunur. İki gardiyanın kolunda Adnan Menderes ağır ve metin adımlarla darağacına yürür. Hava günlük güneşlikken birden kararır. Rüzgâr esmeye, kuşlar acayip bir şekilde uçuşmaya başlar. Adeta bir kıyamet gününün kopyası gibi bir durum hâsıl olur. Hava iyice kararır, yağlı ilmeği Adnan Menderes’in boynuna geçirirler. Menderes “Allah” der. Herkesin eli ayağı tutulmuş gibidir ve o anda yağmur yağmaya başlar. Adnan Menderes’in naaşını önce Allah’ın rahmeti yıkar, darağacı kırıldığı için Adnan Menderes’i ikinci kere darağacına çekerler. Bir süre sonra da darağacından indirirler. İdam edenlerin hepsi oradan ayrılır gider. Sadece İmralı’nın mahkûmları kalır. Onlar adeta Türk Milleti’nin oradaki temsilcileridir. Merhum Adnan Menderes’in naaşını alırlar, yıkarlar, teçhiz ve tekvin işlemini onlar yapar. Bir gece önce gömülen Zorlu ve Polatkan’ın yanına gömerler. Başına da diğerleri gibi kimin olduğunu belli etsin diye küçük bir taş koyarlar. Adnan Menderes’in ölüsünü onu asan devlet değil, onun acısıyla 50 yıldır yanıp kavrulan millet kaldırır.

27 Mayıs’tan sonra günleriniz nasıl geçiyordu?

Yassıada’da soruşturmalar başladı. Rahmetli babam, bizden daha ziyade mallar, gelir ve giderler hakkında bilgiler istiyordu. Yoksa, siyaset veya devletle ilgili herhangi bir bilgi ve belgenin bizde bulunması söz konusu değildi.

O vakit rahmetli bir akrabamızın yakını olan bir karı-koca mesai saatlerinden sonra bize gelir bir daktilo başında saatlerce bunlar yazılırdı. Bankalara borç vardı. Aydın’daki çiftliğe ulaşmamız çok zordu. 2 ağabeyim yurtdışındaydı. Zor bir hayat mücadelesi dönemi başlamıştı.

AÇIK VEYA ÖRTÜLÜ BİR ŞEKİLDE HATIRASI UNUTTURULMAK İSTENDİ

Mezarının bile milletten uzak tutulmasının sebebi sizce nedir?

Milletimiz Adnan Menderes’i unutmamıştır. Acısı yüreklere oturmuştur. Hemen hemen her partiden olan seçmen buna içinden isyan etmiştir. Bunu kabullenmek mümkün değildir. 29 yıl sonra Anıtmezara nakledildiler. Buna emeği geçenler olmuştur ama, asıl büyük emek rahmetli Turgut Özal’ındır. Zaten kendisi de “Benim Adnan Menderes’in yanında bir yere mezarımı yapın” demiştir. Allah da öyle uygun bulmuş, şimdi her ikisi yan yana iki anıt mezarda yatmaktadırlar. Gelecek nesiller ve tarih bunu görecektir.

Anıt mezar yapılana kadar millet mezarını ziyaretine gidemedi yani.

Babamın geleceği ile ilgili rahmetli annemin karamsar olduğunu söyledim. Bunun için iki sebep ileri sürerdi. Birincisi, “Kıskançlık ve haset var” derdi. Doğruydu. İkincisi ise, “Sağ bırakırsak Adnan Menderes geri döner diye korkarlar. Bilmezler ki o geri dönse bile bunları affeder.

Ama öyle düşünmezler. Suçluluklarını bilmelerinin duygusu ile sağ bırakırsak bu ileride sonumuz olur diye onları korkutur” derdi. “Sağ bırakırsak hem de çok yakın zamanda Adnan Menderes tekrar iş başına gelir” diye idam edilmiştir. Açık veya örtülü bir şekilde hatırası unutturulmak istenmiştir. Onun için infaz İmralı’da yapılmış ve oraya gömülmüşlerdir.

27 MAYIS’IN ARKASINDA O GÜNKÜ CHP’NiN BÜYÜK BİR SORUMLULUĞU VARDIR

Sizce 27 Mayıs’ı kim yaptı?

27 Mayıs’ın arkasında o günkü CHP’nin büyük bir sorumluluğu vardır. 27 Mayıs TSK’yı bağlamaz. Cuntacılar biraraya gelmiş, bir darbe yapmışlardır. Buradan hiyerarşik askeri müdahaleleri ayırmak onları hukuka uygun bulmak gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Hepsi meşruiyet dışıdır. Ama, 27 Mayıs’tan sonra Milli Birlik Komitesi 7 bin civarında her rütbeden subay ve generali emekliye sevketti. Bu gerçeği görmezlikten gelemeyiz. Bunun içindir ki biraz önceki ifademi kullandım.

27 Mayıs darbesinde kimlerin, nasıl bir rolü var?

27 Mayıs’tan bir süre sonra Milli Birlik Komitesi fiili egemenliğini kaybetmiştir. Aşağı yukarı 1961 Mayıs’ından idamlara kadar hangi gücün devletin yetki ve sorumluluğunu elinde tuttuğu belli değildir. Çeşitli cuntalar vardır. Bunların bir kısmı birbiriyle irtibatlı, bir kısmı ise irtibatsızdır. İsmet Paşa’nın ve CHP’nin 27 Mayıs ile ilgili hedefi bunu yapanların biran önce seçime gidip iktidarı kendilerine bırakmaları olmuştur. Milli Birlik Komitesi’nde CHP’li bir kesimin oluşması için büyük gayret göstermişlerdir. Birinci hedef 27 Mayıs’ın mümkün olduğu kadar, en hafif bir şekilde atlatılması değil, 27 Mayıs’ın biran önce iktidarı CHP’ye, cumhurbaşkanlığını da İsmet Paşa’ya devretmesi olmuştur. Bu da gerçekleşmemiştir. Menderes asılmış, DP kapatılmış, İsmet Paşa ne cumhurbaşkanı olabilmiş ne de iktidar olabilmiş, onun döneminde CHP’nin oyları yüzde 27’ye düşmüş ve sonunda ilahi kader diyelim, 14 Mayıs 1972’de Bülent Ecevit İsmet Paşa’nın yerine genel başkan seçilmiştir. Bu da CHP’nin DP’den ve milletten 22 yıl geride olduğunu gösteren tipik bir olaydır.

27 Mayıs’ın başlangıç sebebi sonuçlarına uygun mu?

27 Mayıs’ın resmen söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmamıştır. Kardeş kavgasını önleyeceklerdi, o gün iki kişiden bir kişi DP’liydi, hepsini sabık, sakık, düşük ve kuyruk ilan ettiler. Aşağıladılar. “Kansız yaptık” dediler, darağacı kurdular, “demokrasiyi getireceğiz” dediler, yıllardır Türkiye’ye demokrasi tam olarak gelmedi.

Cuntacıları, 27 Mayıs’ı yapanları ikiye ayırabiliriz. Bir kısmı daha önce bir fırsatını bulup darbe yapmak peşindeydiler, diğer bir kısmı ise sırf CHP’ye inanıp güvendikleri için ve onu memnun etmek için bu işe karıştılar. Bu açıdan bakılacak olursa 27 Mayıs’ın sebepleri ile sonuçlarını başka bir gözle değerlendirmemiz lazım. 27 Mayıs kendi gerekçelerini ve kendi söylediklerini kesinlikle yerine getirmemiş, hepsinin tersini yapmıştır.

ASKER-YÜKSEK YARGI İTTİFAKI ÖMRÜNÜ DOLDURDU

27 Mayıs Türk siyasal hayatına nasıl bir etki yaptı?

27 Mayıs, egemenliği milletten almış, asker ve sivil bürokrasinin ve yüksek yargıçların eline vermiştir. Böylece 50 yıllık bir olağanüstü dönem Türkiye’de yaşanmıştır. Meşruiyetin kaynağı askerin dediği olmuştur, milletin dediği olmamıştır.

Asker sadece 4 büyük müdahaleyi gerçekleştirmekle kalmadı, 50 yıl siyasetin her şeyine, hükümetlerin ve parlamentoların hür iradeleriyle karar vermelerine, anayasa emri olan her hususa müdahale etmiştir. Asker ve yüksek yargıdan oluşan fiili ve milli iradenin tamamen dışında bir egemenlik odağı ortaya çıkmıştır.

Türkiye’de hem askeri vesayet hem de yargı vesayetinin temeli 27 Mayıs darbesi ile mi atıldı?

Bu temel 27 Mayıs’ta atıldı. Günümüze kadar da sürdü geldi, bir anda da tasfiye olmaz. Ama, Türkiye’nin bunu taşıyamayacağı da kesin bir şekilde anlaşılmıştır. Bütün sosyolojik ve siyasal göstergeler, asker ve yüksek yargı ittifakının siyasal ömrünün dolduğunu gösteriyor. Niye daha önce olmadı tartışmasını anlamlı bulmam. Nasıl ve ne zaman sonuç alınır sorusunun da cevabını tahmin edebilmek çok zordur, ancak AK Parti iktidarı 2002 tarihinden itibaren bu siyasal ömrü dolmuş yapıyı değiştirmek için cesaret ve samimi bir gayret göstermiştir. Bundan böyle asker, yüksek yargıya ne güç verebilir ne de teminat olabilir. Yeter ki AK Parti bir hata yapmasın, o dönem kapanmıştır. Aradaki güç bağı kopartılmıştır. TSK’ya bundan sonra düşen aklıselim ve tevazu içinde Türkiye’de demokratik mekanizmaların işlemesinin üzerine gölge düşürmemektir.

27 Mayıs darbesi ile DP’nin iktidardan uzaklaşması, liderinin idam edilmesi Türk demokrasisinde nasıl bir yara açtı?

Türkiye, o gün bugün kan ağlamaktadır. O devri hatırlayanlar beni gördükleri vakit, hâlâ gözyaşlarıyla boynuma sarılıyorlar. Gençler de anneleri, babaları ve dedelerinden Adnan Menderes ile ilgili öğrendiklerini gelip bana soruyorlar. Adnan Menderes’in hayat hikâyesi ve idamı bir insanın hayat hikâyesinden ibaret değildir. İnsanlar binbir şekilde ölebilir, hastalıklar var, kazalar var, daha niceleri var. İdam edilerek öldürülmek de bunlardan birisidir. Sadece Adnan Menderes idam edilmedi, İmralı’da 3 şehidin boynuna geçirilen yağlı ilmek, milleti, milletin iradesini, milletin milli ve manevi değerlerini, ümidini, geleceğini, birlik ve beraberliğini, demokrasiyi, Türkiye’nin Adnan Menderes’in çok sevip pek sık kullandığı tabirle nurlu istikballere ulaşmasını darağacına çekmiştir.

27 Mayıs’ın Türk siyasi hayatında yarattığı sosyolojik etkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

27 Mayıs sadece DP’yi yıkmadı, devleti yıktı. Meşru düzeni yıktı. Milli iradeyi tanklara çiğnetti. Kendinden sonraki askeri müdahaleler dâhil her türlü meşruiyet dışı iktidarı ele geçirme davranışına örnek ve gerekçe oluşturdu. Bu anlamda 27 Mayıs’ın etkileri hala devam etmektedir. İmralı’da kurulmuş 3 darağacının gölgesi bugün hâlâ devletin üzerinden kalkmamıştır. Daha on yıllarca parlamentolar, bürokrasi, seçilenler iktidarlar, özellikle her türlü sorumluluk sahibi olanlar bu memlekette milletin sevgilisi olmuş bir Başbakan’ın ve vatanseverlik abidesi onun iki bakanının idam edilmiş olduğu gerçeğinin olumsuz etkilerini üzerlerinden atamayacaklardır. 1950-1960 yıllarını hariç tutarsak ondan öncesinde de sonrasında da siyasi sebeplerle kurulmuş darağaçları var. Yargısız infazlar var. Faili meçhul siyasi cinayetler var. Faili meçhul cinayetler, sadece 1950 ile 1960 arasında yoktur. 27 Mayıs’ın yol açtığı çöküntüyü anlatmak için uzağa gitmeye gerek de yoktur.

Bunca zamana rağmen sizce hâlâ Adnan Menderes’in ve DP’nin bu kadar sevilmesinin insanların gözyaşı dökmesini sebebi nedir?

Bunun pek çok sebebi var. Ben bir kaç tane çok önemli bulduğumu söyleyeyim. Özellikle 1950 öncesini hatırlayanlar,“DP ve Menderes ile biz vatandaş olup adam yerine konduk, itilmedik, kakılmadık. Bütün devlet dairelerinin kapıları bizim için açıldı. Biz devletin yanına gidemezken devlet bizim ayağımıza geldi” diyorlardı. Ayrıca, DP maddi alanda da çok büyük yatırımlara imza attı. Her yere çok önemli hizmetler götürdü ve halkın refahını arttırdı. Onun yanı sıra milletimizin manevi alanda istediklerini de gerçekleştirdi. Milletimiz ezanın Bilal-i Habeşi’nin okuduğu gibi okunmasını istiyordu. 1950’ye kadar “Tanrı uludur” diye okunduğu gibi değil. Adnan Menderes, Türkiye’de ezanın bunun bütün İslâm ülkelerinde okuduğu gibi Haremeyn’de okunduğu gibi, Bilal-i Habeşi’nin okuduğu gibi okunmasını sağladı. Böylece ebediyete kadar Türkiye’de minarelerde Allah-u Ekber denildikçe hem Adnan Menderes’in sevap hanesine yazılanlar artacak hem de yaşayanlar onu rahmetle hatırlayıp, anacaklardır. Milletimizin bu husustaki çok büyük hassasiyetini burada ifade etmeden geçmek mümkün değildir.

CHP’nin 27 Mayıs’tan sonra, Bülent Ecevit parantezi dışında bir daha tek başına iktidara gelememesinin kaynağı da bu olabilir mi?

Millet olumsuza ne oy versin. Muhalefet hiçbir şeye taraftar değil, ne yapılsın onu da söylemiyor, çocukluğumuzda bazı arkadaşlarımıza “gel şunu oynayalım” derdik, onlar da omzunun birini yukarıya kaldırıp, indirip “oynamam oynamam” derlerdi. Özellikle CHP’yi böyle bir tavır içinde görüyorum, karşıysan niye karşı olduğunu söyle, 50’den beri söyleyememişlerdir, o yüzden bir tek çakılı çivileri de yoktur. Başkalarını beğenmeyerek, onlara karşı çıkarak galiba bir tür tatmin arıyorlar.

27 MAYIS’TAN SONRASI OLAĞANÜSTÜ DÖNEM

27 Mayıs’ın Türk siyasi hayatına etkisini nasıl özetlersiniz?

27 Mayıs’tan sonraki dönemi, Türkiye’nin askeri müdahalelerle demokrasiyi nöbetlerle yaşadığı bir dönem olarak kabul edemeyiz. Bunu birçok sefer söyledim, üç askeri müdahale daha yaşadık. Her konuda gizli – açık, önemli – önemsiz askerin siyasete müdahalesi olmuştur. Sivillerin ve kamuoyunun kafasında “asker acaba ne yapar, ne düşünür” sorusu yer almıştır. Bunun içindir ki geride kalan 49 yılın tamamı bir olağanüstü dönem niteliğindedir. Türkiye hâlâ demokrasiye geçmenin ve hukuk devleti olabilmenin sancılarını yaşamaktadır. Son 5-6 yıldır yaşananlar ilerisi için ümit vericidir. 27 Nisan 2007 e-muhtırasının iadesinden sonra asker, siyasete müdahalenin el frenini çekmiştir. Bu sürecin hızla devam etmesini temenni ediyorum. İster iyi niyetli ister kötü niyetli devleti kurtarmak amacıyla da olsa meşruiyeti yok saymanın, anayasayı yok saymanın çıkış yolu olmayacağı ve devlete en büyük kötülüğün de bu şekilde davranmak olacağında artık herkes ittifak etmelidir. Dünyada ve Türkiye’de başka bir çözüm kalmamıştır. Bu düşünceler tamamen terk edilmelidir. Milli irade üstün irade olmalıdır. Bunun istisnasının olmayacağı kalplere ve akıllara, vicdanlara yerleşmelidir.

ADNAN MENDERES MİLLETİN MUHABBETİNE GÜVENDİ

● Adnan Menderes, darbeyi önleyebilir miydi?

Adnan Menderes en azından 5 ay boyunca, 1960 yılını kastediyorum, CHP’nin amacının Türkiye’yi bir askeri darbeye götürmek olduğunu bütün millete ifade etmiştir. Sonuna kadar Atatürk’ün siyaset dışı tutmak için büyük gayret gösterdiği ordunun yeniden darbe geleneğine döneceğine inanmamıştır, DP’ye ve kendisine olan milletin muhabbetinin böyle bir girişimde bulunacaklar için caydırıcı olabileceğini düşünmüştür.

Adnan Menderes gittiği her yerde, milletin kendisini, DP’yi ne kadar desteklediği mesajını verdi. 15 Mayıs 1960’da Alsancak Meydanı’nda 300 bin Egeli, Eskişehir’de darbeden 2 gün önce 100 bin kişinin üzerinde insan vardır. Bunların hiçe sayılacağını ummamıştır, iyi niyet göstermiştir. Hayatına mâl olmuştur, ama davasını son ana kadar ivazsız garazsız ayakta tutmuştur. Bir tek, merhum Adnan Menderes’in birkaç gün önce seçim kararını ilan etmiş olması sonucu değiştirebilir miydi diye tartışma kapısı aralanabilir. Adnan Menderes’in diğer tercihlerini doğru buluyorum.

“MENDERES GERÇEĞİ AYDINLIĞA ÇIKACAKTIR”

● Özlüyor musunuz babanızı?

Her geçen gün o mübarek, o veli mizaçlı, o büyük insanı çok daha fazla hatırlıyorum. Çok daha fazla özlüyorum. Öbür dünyada Cenab-ı Hakk’ın büyük mükâfatlarına nail olacağına inanıyorum. Son yıllarda onun arkasından idamının ilk günlerinkinden bile daha fazla gözyaşı döktüğüm oluyor. Nasıl Hz. Yusuf kuyuda kalmadıysa da Adnan Menderes gerçeği de her gün giderek biraz daha aydınlığa çıkacaktır.

Buna inanıyorum. Necip Fazıl, merhum Adnan Menderes ile ilgili şiirinde “Kızanlar zeybeğimi vurdular. Kalkmasın diye de mezarının üstüne taş üstüne taş koydular” diyor. (Sesi titriyor, gözyaşları süzülüyor) O taşlar hemen kalkmıyor. Birer birer kalkacaktır. Allah büyüktür, mağdur ve mazlumun vekilidir.

Editör: TE Bilisim