Diriliş Postası Kenan Toprak/Analiz

Afrika’nın tarihinin, ağırlıklı olarak Batılı yazar ve araştırmacıların kaleminden çıkması ve bizim elimizdeki çoğu verilerin Batı merkezli olması nedeniyle kıtayı kendi gerçekliğinden ziyade onların anlattığı tarz üzerinden anlama çabası içine giriyoruz. Bu durum haliyle yaklaşım biçimimizi de şekillendiriyor. Attığımız kalbi adımların karşılığı olmuyor ve bir noktada kilitleniyor çabalarımız. Sonuç ne mi oluyor? Doğru tedaviyi yanlış reçete ile sunuyoruz. Bizim kıta insanını anlama çabamız, kendi zengin kültürümüzün bugüne açılan ufuklarından doğmalı ve Afrika’nın gerçekliğiyle örtüşmeli. Çünkü bugün Afrika kıtası ile ilgili Batı anlatıları, Afrika’nın insanlık tarihine sunduğu katkılarından ziyade tarihsel bir ‘muhtaçlık’ vizyonuna odaklanmıştır. Kıtayı ve kıta insanını böyle anlamak bizi ister istemez kalıplaşmış bir davranış biçimine sürüklüyor, ‘sen veren el Afrikalı alan el’. Bu olgu her ne kadar vicdan rahatlatıcı bir etki bırakıyorsa da geçici bir etki olmaktan öteye geçemiyor.

Çoğu zaman, Afrika çalışmaları, dünya görüşleri, değerleri, kurumsal formları, metodolojileri ve endişeleri Avrupalıların bakış açısına göre kabul edilmektedir. Bu kıtayı, görme şeklimize ve bize çok uzak olarak sunulan bir gerçekliğe yaklaşma şeklimize tarihsel bir önyargı oluşturmaktadır. Bu nedenle Afrika üzerine çalışan araştırmacıların, kıta ile ilgili “yeni sorular sormak” ve “eski cevapları sorgulamak” açısından yeni programlar geliştirmeleri gerekiyor.

TARİHSEL İNKÂR VE IRKÇI YAKLAŞIM

1884’te Berlin Konferansı Afrika kıtasındaki sömürgeciliğin resmi başlangıcı olurken, sömürgeciliğin temel nedenleri arasında 3C (Civilization, Commerce, Christianity) olarak bilinen “Medeniyet” “Ticaret” ve “Hıristiyanlık” ön sıralarda yer aldı. Sömürgeci ülkeler sömürülerini meşrulaştırmak için, ilkel olan her şeyi kıtayla ilişkilendirerek, kolonizasyonu “ilkel insanları” “medenileştirme” aracı olarak kullandı. Günümüzde Batı’nın Afrika ve Ortadoğu ülkelerine müdahalelerini meşrulaştırmayı amaçlayan araç, terörle mücadele adı altında “demokrasi getirme” söylemidir.

On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avrupa’da geliştirilen ırkçı teorilere göre, Afrikalıların Avrupalılar tarafından aydınlatılması gereken daha aşağı bir ırk olarak görüldü. Sömürgeciliğin bu ırkçı gerekçesi, sahte bilimsel teorilerle desteklendi. Bu nedenle, emperyalist genişlemeyi ahlaki olarak haklı çıkarmak için popüler bir terim olan “beyaz adamın yükü”nden bahsettiler.

Bazı Avrupalı tarihçiler ve filozoflar Afrikalıları ilkel ve Afrika’nın genellikle “karanlık kıta” olduğunu, hiçbir kurum ve kültür geliştirmediğini, herhangi bir değere sahip olmadığını, gelecekteki ilerlemelerin sadece Avrupalılar veya Avrupa kurumları yönetiminde gerçekleşebileceğini ileri sürdüler. Afrikalılara karşı ırkçı görüşleri ile öne çıkan 18. yüzyıl İskoç düşünürü David Hume “Siyahların doğal olarak Beyazlardan daha aşağı” olduğundan şüphelendiğini ve siyahların uygar bir millet olmayıp, “ sanat, bilim ve üretim” yapmadığı görüşünü öne sürdü. Bu aşağılayıcı görüşleri 19. yüzyılda devam ettiren Alman filozof Hegel “Afrika’nın dünyanın tarihsel bir parçası olmadığını ifade ederek ırkçılık literatürüne önemli katkıda bulunmuş oldu.

Birçok Avrupalı, Afrika tarihini inkâr ettiğini düşünüyor, ancak gerçek çok farklı bir şekilde, Afrika’nın hiçbir şekilde Avrupa’dan daha düşük olmadığını gösteriyor. Yapılan çalışmalar Afrika halklarının, Avrupa köle sistemi gelmeden çok önce zengin, aynı zamanda çeşitli bir tarihe ve kültüre sahip olduklarını ortaya koymuştur. Her biri kendi dilleri ve kültürleri olan krallıklar, şehir devletleri ve diğer organizasyonlar dahil olmak üzere çok çeşitli siyasi düzenlemelere sahiptiler. Afrika dünyaya muazzam bir katkı sağlayan ve günümüzde hâlâ hayranlık uyandıran erken uygarlıkların beşiğiydi. En dikkate değer örnekler arasında, Kush (günümüzde Sudan’da), Axum (günümüzde Etiyopya’da), Kemet (günümüzde Mısır) gibi dünyanın diğer büyük medeniyetlerinden bazıları Afrika’da gelişti. Aynı zamanda Timbuktu’da kurulan ünlü Sankoré İslam Üniversitesi önemli bir ilim merkeziydi. 16. yüzyılda, en ünlü ilim adamlarından biri olan Ahmed Baba’nın (1564-1627) astronomi, tarih ve teoloji gibi konularda 40’tan fazla büyük kitap yazdığı ve 1.500’den fazla cilt tutan özel bir kütüphaneye sahip olduğu söylenir.

Sanat noktasında yetenekli olan Afrikalılar hem yerel kullanım hem de ticaret için bronz, fildişi, altın ve pişmiş toprakta ince lüks ürünler yaptılar. Avrupa’nın inkar ettiği Afrika kültürüne ait mirasın, yüzde 95’i kıtanın dışında büyük Batı müzelerinde sergileniyor. Fransa müzelerinde tahminen 90.000 Afrika sanat eseri yer alıyor.

YAPAY SINIRLAR VE SÖMÜRGE DİLLERİ

Berlin Anlaşması sonucunda neredeyse tüm Afrika kıtası yedi Avrupa ülkesi arasında kolonilere bölündü. Oluşturulan sınır çizgileri, Afrika menfaatleri yerine Avrupa çıkarları göz önünde bulundurularak çizildiğinden, yapay olarak dayatılan bu coğrafi sınırlar, Avrupalıların gelişinden yüzyıllar önce birleşik varlıklar olan kültürel ve etnik grupları parçalara ayırdı. Avrupa sömürgeciliği ​​tarafından keyfi olarak oluşturulan siyasi veya etnik sınırların derin, geniş kapsamlı sonuçları oldu. Dahası, bu yapay bölünmeler veya birleşmeler tarihi kalıplara ve ilişkilere zarar verdi ve günümüzde Afrika’da devam eden etnik çatışmalara büyük ölçüde etkide bulundu.

Sömürgeci ülkeler yerli dilleri ortadan kaldırmak için sistematik girişimlerle kendi dillerini ve geleneklerini öğreten okullar açtılar. Misyonerlik kurumlarıyla kendi dinlerini öğrettiler. Sonuç olarak, kıtada birçok ülkenin resmi dilli sömürgeci ülkelerin dili olurken, Afrikalıların büyük çoğunluğu Hıristiyan oldu.

YANLIŞ ALGI OLUŞTURMA

Batı medyası Afrika kıtası hakkında daha çok kuraklık, kıtlık ve savaş gibi konulara odaklanma eğiliminde olduğundan, Batı ve dünyadaki birçok kimse kıta ile ilgili pek çok yanılgıya sahiptir. Bununla birlikte, bu popüler görüntüler çoğu Afrikalı’nın günlük yaşantısını doğru bir şekilde tasvir etmiyor ve bize kıtanın tarihi hakkında çok şey anlatmıyor. Kıtayı aşırı zorluklarla ilişkilendirmenin yanı sıra, genellikle bize kırsal bir Afrika, vahşi hayvanların hakim olduğu bir manzara ve modern dünyanın geri kalanından izole edilmiş bir kıta gösterilir. Ancak bu görüntüler kıtayı doğru bir şekilde temsil etmemektedir.

Bazen amaçlamasak bile, günlük hayatımızda kullandığımız bazı kelimeler, aslında Afrikalıları küçümsemektedir. Afrikalılara referans olarak kullanılan “kabile” potansiyel olarak sorunlu bir terimdir. Kabile terimini yaygın olarak kullanma şeklimizin, Avrupalıların on dokuzuncu yüzyılda Afrika’nın sahip olduğu birçok olumsuz klişeyi sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Avrupa sömürgeciliği sırasında antropologlar Afrikalıları varsayılan fiziksel, kültürel ve dilbilimsel benzerliklere dayalı olarak “kabileler” olarak grupladılar. Aynı zamanda diğer sorunlu bir terim olan “bushman” modern zamanlardan izole olmuş manasında kullanılmaktadır. Diğer sorunlu bir terim, Avrupalı kâşiflerin, özellikle boyları kısa olan Afrika halkları ile karşılaştıklarında, antik Yunan efsanelerinde geçen “Pigme” (Pygmies) ismini kullanmalarıdır. “Kabile” “vatansız toplumlar” ve “bushmenlar” gibi kelimelerin geçmişte nasıl kullanıldığını anlarsak, Afrika ile ilgili bazı sorunlu basmakalıpları sürdürmekten kaçınabiliriz.

AVIN TARİHİ VE AVCI!

Son olarak bir Afrika atasözünde geçtiği gibi, “Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların hikâyelerini dinlemek zorundayız”. Aynen bu atasözünden ilham alarak “Aslanlar kendi tarihlerine sahip olana kadar, avın tarihi her zaman avcıyı yüceltecektir.”

Editör: TE Bilisim