Hazırlayan: Hayrünnisa Balkan - Bahar Öztürk / İstanbul Üsküdar Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencileri

Stendhal’a göre yol boyunca gezdirilen ayna, Georgi Plehanov’a göre hayatın yansıması olarak değerlendirilen edebiyat kavramının Arapçadaki ‘edeb’ kelimesinden geldiği söylenir. Başlangıçta davet anlamında kullanılan edep kelimesi daha sonraları insanı iyiliğe ve güzelliğe yönlendiren melekelerin bütünü için kullanılmaya başlanır. 19. yüzyılda dahi kişiye ahlak kazandıran bir disiplin olarak değerlendirilen edebiyatın aslında toplumu düzene sokmak için var olduğunu kesinleştiren bu yargılar edebiyatın toplumdan bağımsız değerlendirilemeyeceğini gösterir.

Edebiyat toplumdan bağımsız ele alınamayacağından dolayı, her eser geçmişe tanıklık eden ve geçmişi anlamamızı sağlayan bir belge niteliğindedir. Hayat, olaylar ve hislerle bir bütün olarak ele alınmalıdır. Tarih, toplumların düşünce ve hislerinden yoksun bir biçimde bize geçmişi yansıtır. Edebiyat aslında tam da bu noktada devreye girerek toplumların gerçek kimliklerini su yüzüne çıkartır. Aslında Pam Morris’in de dediği gibi “Edebiyat metinleri toplumun nasıl işlediği yönünde çok güçlü anlama olanağı sağlar.”

EDEBİYATIN TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Edebiyat birçok tarihi gelişmeyi ulaşamadığımız yönleriyle bize sunduğu gibi aynı zamanda tarihi olayların hazırlayıcısı niteliğinde olan ve hayatın öncüsü olarak değerlendirebildiğimiz geniş yelpazeli güçlü bir disiplindir. Edebiyatın toplum üzerindeki etkisini “Edebiyat üstün niteliklerini gerek bireye gerek topluma aşılar; yeni bir yaşantının, yepyeni bir görüşle duyuşların müjdecisi olur. Ulusları tutsaklıktan kurtaran; özgürlüğün yüceliğini tattıran, kurtuluş savaşlarını hazırlayan edebiyat değil midir?” sözleriyle ifade eden Şaban Sağlık aslında toplumların gidişatları üzerinde edebiyatın etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Nasıl ki Kurtuluş Harbi’nde İstiklal Marşı’nın yazılma sebebi bitkin düşen Türk milletinin cesaretlenmesini sağlamaksa, bir edebi eserin bir ordu üzerindeki etkisi açık seçik görülüyorsa, bugün de edebiyat kapsamında değerlendirilen her türlü söyleyiş kişiler ve toplum üzerinde aynı etkiye sahiptir. Kısacası Halid Ziya’nın da dediği gibi hayat romanları değil, romanlar hayatları yapmaktadır.

HAYAT ROMANLARI DEĞİL, ROMANLAR HAYATI ANLATIR!

Edebiyat insanların bakış açılarını genişleterek onlara yeni dünyaların kapılarını aralamaktadır. Max Nordau bu konu hakkında “Roman ve tiyatro önce çocuğu, kadını, gençleri ve hastaları damgalar. Orta tabakanın yaşayış tarzını düşünün. Ferdin küçücük bir dünyası vardır. Mektebin, kilisenin veya mutfağın dışında bir dünya olduğunu bilmez. İnsanlığın büyük acılarından büyük zaferlerinden, büyük ihtiraslarından habersizdir. Bu adam roman okur tiyatroya gider ve önünde yeni ufuklar açılır. Orta tabaka insanı okuduklarını tecrübenin mihenk taşına vurmaz. Hayali hakikat sanır ve hayatı yeni bir buut kazanır.” diyerek edebiyatın toplumların kültür ve yaşantılarını etkilediğini, kişileri yeni hayatlarla tanıştırarak onlara olumlu ya da olumsuz yeni anlayışlar kazandırdığını ifade etmektedir. Ünlü romancı Flaubert’in konuyla ilgili düşünceleri oldukça dikkat çekicidir: “Yüzyıl içinde Doğu’da harem yok olup gidecek. Avrupalı kadın örneği bulaşıcıdır, şu günlerin birinde Doğulu kadınlar da başlayacaktır roman okumaya. İşte o zaman elveda Türk sakinliği ve huzuru. Her yerde eski çatırdayarak çökmekte.” Osmanlı toplumuna oldukça objektif bakan Flaubert’in söyledikleri toplumların yeni yapısının oluşmasında edebiyatın -özellikle romanların- etkisini açıkça ifade etmektedir. Romanların toplum yapısını etkilediği iddiası sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Halid Ziya ile oldukça yakın arkadaş olmasına rağmen Tevfik Fikret dahi “Aşk-ı Memnu” romanındaki Bihter karakteri hakkında şunları söylemektedir: “Romanlar öyle mikroplardır ki, hayat üzerinde, velev mevzii ve şahsi olsun, bir tesir-i ahlakileri daima görülür... Bir Bihter bütün ihtiyar kocalı genç kadınları arkasından sürüklemez fakat Bihter mizacında, onun terbiyesinde, onun ahlakında yahut ahlaksızlığında, onun serbestliğinde, hasılı onun mevkiinde bulunan kadınlara, bunların zafi-i ahlakileri arasında, pek meşum bir rehber, pek zehirli bir misal-i sukut olacağında şüphe yoktur.” Bu sözleri destekler nitelikte sadece Türk toplumu için değil aynı zamanda Fransız kadınları için de Max Nordau Parisli kadınların Fransız romancılarının ürünü olduğunu söylemiştir.

ÇIKMAZA DÜŞMÜŞ İNSANIN TRAJEDİSİ

Edebiyat ve toplum her çağda birbirini etkileyen iki unsur olmuştur. Avrupalı tanımıyla, millet oluşumunda dil, edebiyat ve sanatın üç sacayağı oluşturan hayati bir işlevi vardır. Dil, milletin birliğini sağlayan temel anlaşma aracı olarak büyük önem kazanırken, edebiyat da dil vasıtasıyla milletlere hikâyeler anlatır. Edebiyat, topluma hayatında hep var olan ama farkında olmadığı çoğu zaman anlamlandıramadığı olguları gösterip birçok konuda ilham kaynağı olabileceği gibi hitap ettiği kitleyi hiç var olmayan sorunlarla bir anda karşı karşıya da getirebilir. Bu tip sorunları minimum seviyeye indirmenin yolu da yazarın konularına ve üslubuna sınırlama getirilmesi değil, okuyucunun bilinçlendirilmesidir. Okuyucunun içinde yaşadığı dünyayı, düşünce akımlarını bunların sanata etkilerini doğru analiz edebilme becerisini geliştirmeye çalışmalıdır.

Buna paralel olarak edebiyatın hatta özele indirgemek gerekirse romanların, topluma olumlu etkilerini şu şekilde açıklayabiliriz:

Salgınlar, kıtlıklar, doğal afetler gibi olumsuz etkiler bırakan olaylar insanları sosyal ve psikolojik olarak etkiler ve bunun beraberinde toplum, yaşanan olayların doğurabileceği kısıtlamalar sonucu sosyal hayatında açılan boşluğu doldurmak için romanlara yönelebilir. Kemal Tahir de “Notlar” kitabında bu durumu şöyle açıklar: “Roman insanoğlunun sosyo-psikolojik hayatında çıkmaza düşmesi anında başlar. Roman, ancak çıkmaza düşmüş insanın trajedisine doğru genişleyip derinleşebilir.” Bu kapsamda roman, bireyin yaşadığı duyguları, olayları iyi çözümleyebilmesi aynı zamanda deneyimleyemediklerinin de boşluğunu doldurabilmesi için yeni bir olanaktır. Romanların hayatları inşa etmesi bu noktada karşımıza çıkar. Bu konuyu “Fictive” kavramıyla açıklamamız yerinde olacaktır: Fictive, bir alemin muhayyel kahramanının insanları etkileyerek onların hayatlarını hatta kaderlerini belirleyecek bir realiteye dönüşmesi, irreel olanın reellik kazanmasıdır. Bu, okuyucunun okuduğunu varlığında, “iç”inde duyması, onu “temessül etme”si, kendisini okuduğuna kaptırmasıdır.

“HALKTAN KOPMUŞ BİR SANATA İNANMIYORUM”

Edebiyatçılardan da dönemini ve döneminde yaşananları yansıtması beklenir. Nasıl romanlar okuyucuyu etkiliyor ve kısmen şekillendiriyorsa, yazar da aynı oranda toplumundan etkilenir. Yaşar Kemal bir ropörtajında “Her yazarın mutlaka bir Çukurova'sı olmalı” diyordu. Tıpkı James Joyce'nin İrlanda'sı, Puşkin'in Petersburg'u, Dostoyevski'nin Moskova'sı Tolstoy'un Çiftliği gibi. Hatta Jean Paul Sartre bu hususu şöyle yorumlar: “Yazar, kalemiyle toplumun çıkarlarına hizmet etmeyi seçmiş olsa bile, üretmez, tüketir…”  Yani en az okuyucu kadar yazar da tüketicidir. Yazar, eserinin malzemesini bulunduğu toplumdan ve olaylarından alır. Yaşar Kemal’in bu konu hakkındaki şu sözleri de dikkat çekicidir: “Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın çıkarlarının emrindedir. Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.”

Birbirinden beslenen edebiyat ve toplum, edebiyat tarihinin başlangıcından bu yana birbirlerine bağlı olduğu gibi bundan sonra da birbirinden ayrılamayacak iki eski dost olacaklardır. Bugün gelinen noktada edebiyatın beyaz perdeye yansıyan yüzü üzerine konuşmak da çok önemli bir nokta olacaktır muhakkak. Artık hikayelerdeki karakterler, olaylar, zaman, mekân kağıtlara basılmış söz dizimlerinden ibaret değil bizzat hayatın içinden görüntüler olarak izleyiciye yansıyor. Bu da ayrı bir yazı konusu...  

Editör: TE Bilisim