Hazırlayan: Uluslararası Fatih Sultan Mehmed Anadolu İmam Hatip Lisesi Genç Yazarları

Filistin’de Ramazan ayı heyecanla beklenir. En canlı aydır Ramazan. İsrail işgal güçlerine rağmen on binlerce Filistinli Müslüman ibadet etmek için Ramazan ayında Kudüs’e akın eder. Hilalin görüldüğü an camilerde tekbirler, dualar ve zikirler okunmaya başlar.

Ramazan ayında sokaklar ışıl ışıldır. Ramazan ışıkları, Filistin’de ramazanın en önemli sembollerinden biridir. Ramazan ayı geldiğinde evler ve sokaklar renk renk ışıklarla süslenir. Filistinliler bu bereketli ayda sokaklara çıkıp bu ışıklandırma çalışmalarına katılırlar.

Ramazan ayının manevi havasına renk katan ramazan davulu da birçok İslam ülkesinde olduğu gibi şifa ayı Ramazan’ın vazgeçilmezlerindendir. Bu geleneğin kaybolmasını istemeyen ramazan davulcuları sokak sokak dolaşıp ilahiler söyleyerek Müslümanları sahura kaldırır.

AİLECEK TERAVİH NAMAZI

İmsak vaktinden ilkindi namazına kadar geçen sürede Filistin sakinliğini korurken evin ihtiyaçlarını karşılamak için erkekler şehir merkezine giderler. Bu sayede hem alışverişlerini yaparlar hem de namazlarını Merkez Camii’nde eda ederler.

Filistin’in en sessiz olduğu zaman iftar vaktidir. Ramazan boyunca sokaklar boş ve genellikle dükkânlar kapalı olur. Akşam ezanıyla beraber tutulan oruçlar tıpkı Türkiye’de olduğu gibi hurmayla açılır. Daha sonra sırasıyla su, çorba ve ana yemek şeklinde devam eder.

İftar yemeği sonrasında Filistin halkı sade kahveyle birlikte künefe, baklava ve kadayıf gibi şerbetli tatlıları tercih eder. Sonrasında ise ailecek teravih namazına gidilir ve namaz akabinde sahur vaktine kadar aileler mevsim meyveleri eşliğinde muhabbet ederler. Sahurda genellikle hafif yiyecekler yenir ve bol bol meyve tüketilir.

Velhasıl, bütün baskılara rağmen Filistinli Müslümanlar bu rahmet ayını coşku ve sevinç içinde yaşamaya çalışır.

 Ayman RAMADAN

***

Filistin meselesi ve su

Su, canlılar için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Ancak yeryüzünde kullanılabilir su kaynakları giderek tükenmekte ve kirlenmektedir. Buna karşılık, dünya nüfusunun hızla artmasından ötürü su kullanımı günümüzün en önemli stratejik konusu hâline gelmiştir.

Su kullanımı insani bir haktır ve su kullanımında adaletin ve tarafsızlığın sağlanması hayati bir önem taşımaktadır. Su politikalarını belirleyenlerden bu politikaların eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine uygunluğunu da göz önünde bulundurması talep edilmektedir. Günümüzde suya erişimde eşitliğin sağlanması ve uygulanacak politikaların dezavantajlı durumda olan vatandaşların durumunu iyileştirecek biçimde düzenlenmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır.

İSRAİL-FİLİSTİN ÇATIŞMASINDA ÖNEMLİ BİR ROL: SU

Ortadoğu’da su rezervleri kısıtlı ve yetersizdir. Dünya için Ortadoğu öncelikle petrol kaynağı olarak algılanırken bölge için asıl stratejik madde sudur. Dünya nüfusunun % 5’ini barındıran bu bölge, su kaynaklarının ancak %1’ine sahip bulunmaktadır. Bölgedeki su sorunu bölge devletleri arasında doğrudan bir çatışmaya yol açmasa da çatışma potansiyelini arttırmakta, en azından güvenlik algılamalarında ciddi bir hassasiyet yaratmaktadır.

Su kıtlığı içinde olan ülkeler; gıda üretiminde, ekonomik kalkınmada, politik istikrarda, kamu sağlığında ve doğal çevrelerini korumada tehlike eşiğindedirler. Bugün Filistin’in Gazze bölgesinde tarım alanlarının tuzlanması ve su kaynaklarının kirlenmişlik durumu felaket düzeyindedir. Yakın gelecekte Gazze kenti ve mülteci kampları içilebilecek kalitede sudan yoksun kalacaktır.

20. yüzyılın başından beri su, İsrail-Filistin çatışmasında önemli bir rol oynamaktadır. 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiltere’den Filistin Mandası topraklarında kurulacak bir Yahudi Ulusal Evi sözü alan Siyonist liderler, 1919’da Deklarasyon sonrası çizilen sınırların değiştirilmesi talebinde bulunmaktadır. Bu talep, önemli su kaynaklarının Filistin Mandası’na, sonrasında da Yahudi Devleti’ne dâhil edilmesi yönündeydi. Siyonist liderlerin henüz kurulmamış devletlerinin sınırlarını su havzalarına göre çizmesi, Yahudi Devleti’nin varlığını sürdürmesinde su kaynaklarını kontrol edebilmesinin çok büyük bir payı olduğu görülmektedir.

750 BİN FİLİSTİNLİ GÖÇE ZORLANDI

İsrail Devleti’nin kurulması için verilen topraklar bölgedeki en önemli su kaynaklarından olan Ürdün Nehri’nin bir kısmını ve Tiberias Gölü’nü kapsamaktadır. 1948’de İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi ve tanınmasıyla Filistinliler için durum daha da kötüleşmiştir. İsrail, çıkardığı yasalarla su kaynaklarının çok büyük bir bölümünü Yahudi nüfusa tahsis etmiştir. Bu nedenle öncelikle nüfus azaltma politikasına hız vererek, yaklaşık 750.000 Filistinliyi göçe zorlayarak su tüketimini azaltmıştır. Ardından Temel Yasalar olarak adlandırdığı yasal düzenleme paketini kabul etmiştir. Bu paketle atılan ilk adım, iki sınıflı vatandaşlık sisteminin uygulanmasıdır.

Yahudi olmayan nüfusa İsrail vatandaşlığı, Yahudi nüfusa ise Yahudi vatandaşlığı verilmiştir. İkinci adım olarak Statü Yasası (1952) İsrail hükümetiyle birçok ulusal örgüt arasında yalnızca Yahudi uyruklu vatandaşlara hizmet edecek bir iş birliği ağı kurmuştur. Dünya Siyonist Organizasyonu ve Yahudi Ulusal Fonu gibi ülkedeki su kaynaklarının ve altyapısının büyük bölümünü kontrol eden örgütler, bu yasa kapsamında Yahudi uyruklu olmayan vatandaşlara hizmet sunmamaktadır. Böylece, İsrail’de yaşayan Filistinlilerin su hakları büyük ölçüde kısıtlanmakta, hatta yok edilmektedir.

“SU SAVAŞ SEBEBİDİR!”

İsrail’in Filistinliler üzerinde uyguladığı su politikası, 2000’li yıllarda da devam etmektedir. 2005 verilerine göre İsrail’deki kişi başı su tüketimi işgal bölgelerinin 7 katıdır. Dağıtımdaki bu dengesizlik İsrail’in yapımına devam ettiği Batı Şeria’yı çevreleyen duvar ile daha da yıkıcı hâle gelmektedir. Duvarın sulama yapılabilen birçok tarım alanı ve su kaynağını İsrail tarafında bıraktığı Birleşmiş Milletler tarafından raporlanmıştır.

İsrailli yetkililer pek çok demecinde “Su savaş sebebidir!” söylemini yenilemiştir. 1951-1967 yılları arasındaki yüzlerce küçük çatışmasının ardından Şeria Nehri 1967 Savaşı’nın önemli bir nedeni olarak görülmektedir. İsrailli General Moşe Dayan 1974’te “İsrail için su o kadar önemlidir ki biz 1967’de Araplarla savaşa biraz da su kaynaklarını kontrol altına alabilmek için girdik.” diyerek bu durumu çok açık bir biçimde dile getirmiştir.

 İsrail’in su konusunda savaşmayı göze alacak kadar net tavır ortaya koymasının en önemli sebebi kuşkusuz bölgede yaşanan su kıtlığıdır. Su sorunu çözülmeden yaşamsal alanın genişletilmesinin hiçbir anlam taşımaması İsrail’in bölgedeki tavrının da sınırlarını belirlemiştir. Bu sınır, geçmişte olduğu gibi gelecekte de en önemli karar noktası olup İsrail’in su konusunda hiçbir tavize yanaşmayacağını de açıkça göstermektedir.

SU POLİTİKALARINDA HAKKANİYET OLMALI

İsrail’in politikalarında radikal milliyetçi unsurların etkinliği, yürütülen su politikalarında da kendini göstermektedir. İsrail halkının tarım sektörüne ve kendi kendine yetme politikasına verdiği önem, radikal unsurların işgal altındaki Filistin topraklarındaki sert tutumuna önemli dayanak oluşturmaktadır.

Ortadoğu’da yaşanan su kıtlığının yeni bir savaşa zemin hazırlamaması için önerilecek en doğru çözüm kuşkusuz ilgili ülkelerin bir araya gelerek kıt kaynakların insani temeller doğrultusunda ortak paylaşıma sokulmasıdır. Aksi takdirde su için çıkacak her savaş, sonu gelmeyen süreçlerin de temelini oluşturacaktır. Suyun bir insan hakkı olması dolayısıyla su politikalarının adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi olmalıdır. Ayrıca bu çerçeve hem soruna taraf olan ülkelerce hem de uluslararası anlaşmalarca güvence altına alınmalıdır.

Abdulrazzaq QATRAWİ

Editör: TE Bilisim