Bir çıkmaza girdi bizim yolumuz
Geçit vermez sağı solumuz Amman

Bir zamanlar üç şeyi severdim: Bahar sabahlarını, kitap kokusunu ve bozkırda yürümeyi. Bahar sabahlarında insanın ciğerine kadar inen o ferahlık ve inşirah beni şükre götürür, şehre götürür, denize götürür, insanlara götürür, coşkuya teslim ederdi. Kitap kokusunda hiçbir parfümde alamadığım bir lezzet olmuştur. Bozkırda yürümek, enginlikte bir kara çalı gibi durmak, uzaklardan gelen kartal sesine kulağını vermek ve rüzgâr estiğinde savrulup gitmek…  Sanırım artık Yunus Emre şiirlerini, sebepsiz ağlayan insanların yüzlerini ve sessizce, boynunu büküp ama hiç minnet etmeden vazgeçip gidenlerin o muhteşem ve hüzünlü halini seviyorum. 


Bunlara eklesem eklesem, annesine inanan bir çocuk gibi dua etmeyi eklerim. Ki dua sanki bu dünyaya ait bir şey değilmiş gibi gelir bana. Eskiden aşkın bu dünyaya ait olmadığını zannederdim. Oysa annem bana öğretmişti, aşkın dünyaya benzediğini. Bir mevsimden başka bir mevsime el değiştiren, yön değiştiren, hal değiştiren şey, evet, ancak dünyaya benzeyebilirdi. İnsandan uzun yaşaması ve dünyanın derin kuyuları gibi dehlizleri olmasıydı sanırım bana bu dünyadan değilmiş hissi vermesi. Aşk sonsuz değildi. Mezar taşları gibi, ağaç ölüleri gibi, bozkırda bulunan bir misket gibiydi işte. Rutin dışına çıkaran bir andı. Rutin, güvenlik çemberidir birçok insan için. Belki de bu sebeple aşk ayartıcılar içinde en masum görüneni.  Ama aşkın savurduğu canlardan çok azı menzile ulaşılmış. Aşkın bozkırında toz olan toz olana.


Bir şiirde duymuştum,  bir duan olaydım ah! Hatırlar mısın, o şehirden tatile geldiğim günleri? Hani dedemlerin önünde elini öpemezdim. Bana onların içinde sarılamazdın. Dedemin, ninemin, babamın ellerini öper, bir kenara otururdum. Dedem, ninem beni öper, sarılırlar ama babam sanki ben yokmuşum gibi elini bana uzatır, yüzünü öteye çevirirdi. Garipserdim o zamanlar. Biraz oturduktan sonra ninem bana dışarıyı, senin gittiğin tarafı işmar ederdi. Anlardım, sen orada beni bekliyorsun. Oyun için dışarı fırlayan çocuklar gibi fırlardım oturduğum yerden. Nasıl sarılırdın öyle?.. Daha senin elini öpmeden kucaklardın beni. Hep aynı koku vardı üzerinde. Bahçemizin kokusu. Domates, kavun, maydanoz, kabak gülü, salatalık teveği… Sanki sen bana sarıldığında bahçemizde koşuyor gibi olurdum. Dünyanın en güvenli yeri, ana kucağı. Ateşten sıcaktır gurbet ocağı, diye bir dize vardı türküde. Ona karşılık ana kucağı övülürdü o türküde. 'Gurbet ele serdim ana postumu/Şimdi bildim anam ben de dostum ' diye devam ederdi. Evet, dost, asıl vatanı hatırlatanlarmış. Tüm ayartıcıların dışında sırat-ı müstakimi gösterenlermiş.  O yolda kitap kokusu, bahar kokusu, senin koynunun, sinenin kokusu var. Evet, o yol o kadar eğlenceli değil. Bir bozkır kadar sade. Ve bozkırda sabredip yoluna devam edenler, saklı olan pınarı bulabiliyorlarmış.

Ömrünün bozkırından sapıp başka yollara gidenlerin eninde sonunda bozkıra döndüklerini çok gördüm.  Ayartılma hikayelerini abartarak anlatıyorlardı. Aşk, iktidar, servet, itibar, ün ile ilgili bozkırda esen rüzgarda uçup giden deve dikenleri gibi hikayeler işte. Oysa, bozkırdaki o yalnız ağacın altında, anneye benzeyen o yaban armudu ağacının altında anlatıyorlardı zamanın elinde ufalanan elmas zannettikleri toz gibi hikayelerini.

Yola devam edenlerin eninde sonunda çeşmeye ulaşacaklarını senden öğrendim anne. Seni düşünmek bile bir pınar ferahlığı...