Bugün düşünemeyeceğin kadar başım belada…

Bugün, sana ne yazabilirim, inan bilmiyorum. Herhangi bir konu da düşünmedim. Ama sabah derse girdikten sonra bir hoş oldum. Bir öğrencim tuttu Cahit Zarifoğlu’nun hayatını, bir diğeri Hüseyin Su projesini, Merve, Oğuz Atay’ı, Kübra da beni, evet Zeki Bulduk’u anlatınca fark ettim ki; sana anlatacak çok özel bir konum yok.

Evet, dinliyorum insanları. Dolmuşta ve otobüste verdikleri paranın artışını, kiraların yükselişini, ev kredilerinin bir memur maaşıyla karşılanamayacağını… Bu arada Oğuz Atay’ı düşünüyorum. “Merve’ye, araştırman sırasında sana garip gelen ne oldu?” diye sorduğumda, “Babasını sevmiyormuş yazar. Ama daha çok kendinde babasının özellikleri olmasını hiç sevmiyormuş” dedi. Çocuklar ders anlatırken bir parça mutlu hissettim kendimi. Dedim, ne güzel anlatıyorlar. Hem araştırıp öğreniyorlar. Neden saatlerce konuşuyorum ki?..

Bir yarışmanın jüri heyetindeyim. Oraya yetişmem gerekiyor. Akşam televizyon programı var. Özel bir konuk… Otuz yıldır tanıdığım, bildiğim, sevdiğim bir ağabeyim: Ali Ural. Sanki yeni tanışacakmışım gibi heyecan bastı. Sorular hazırlamalıyım. Ama hangi soruya el atsam vazgeçiyorum. Ağabey, sen anlat, diyesim geliyor.

Uçurtma Avcısı kitabını okumuş bir öğrencim. Yüreğim burkuluyor. Allah’tan kitabın içerisine sinmiş olan o kirliliği ve kötülüğü görmemiş. Bir tuhaf oldum. Üstü kapalı kitaptaki erkek çocuklarına yapılan eziyeti anlatmaya çalıştım. Bir devletiniz, bir düzeniniz var, deyip sustum. Sonra… Yine kiralar, ev fiyatları, paranın düşen değeriyle birlikte sosyal yapıda meydana gelen zararlar. Derken aklıma Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan’da şahit olduğum, geçinebilmek için insanların nelerden vazgeçtikleri… Bizim değer olarak, kıymet olarak, insanlık olarak gördüğümüz nelerden vazgeçtikleri geldi. Boğazı doymayan insanların kalplerine, gönüllerine, akıllarına giden yola çıkamayacakları geldi aklıma. Kendini satmak! Kendini satanlara karşı acımasızca gelişen dilimiz. Kendinden neden vazgeçer insan, demeden kendini bir meta olarak kullandıran insanlara hakaret eden bir dil… Neyse, cebi, gönlü, gözü, fikri bozulan bir zamandayız. Sana ne yazacağımı bilmiyorum. Bizimkilerin tabiriyle “Kârı kediye yüklemişiz” ve emeğimizi elimize vermişler ve su gibi akıp gidiyor. Aklıma Emir geliyor. Beçebaz olarak kullanılan o çocuk. Ya da Türkmen köylerini ziyaret ettiğimde karşıma çıkan o kız çocuğu. On üç yaşında, açlıktan ölmesin diye yaşlı adamla evlendirilen o kız çocuğu.

Biz, insanın bir hikâyesi olmadı, diye yırtınıyoruz. Bu, bazen bana çok konforlu geliyor. Hele ki uzun bir süre öyle alıştık ki pahalı şeyler tüketmeye… Artık gelirlerimiz tutumlu olmayı hatta iyice kısa kısa yaşamayı fısıldıyor kulağımıza. Hatta bas bas bağırıyor. Karın tokluğuna yaşayan insanlara, bir hikâyen var, yitik cennetini ara, hakikat yolunda şöyle yürünür demek istemiyorum. Evet, can azizdir. İnsan azizdir. Evet, yiğit cenkte belli olur. Yokluk, yoksunluk, yoksulluk zamanları da cenk zamanı gibidir. İnsan onuruna, haysiyetine, canına ve hikâyesine sahip çıkılacak sınav zamanlarıdır. Ama bu sınav zamanında devlet, yönetim, güçlüler, varlıklılar, aksakallılar insan haysiyetinin pazar pazar satıldığını görecek kadar feraset sahibi olmalıdırlar.

Ne anlatıyorum ben sana?! İçim kabardı. Uzun bir hikâye var dilimde. Hatta baş başa koşan atlar gibi bir bozkır hikâyesi, bir aşk hikâyesi, bir de Gürcistan mektupları var. Dışarıya kulak kesilmesem, başka bir insanın gözlerine bakmasam, içimi dinlemesem o vahşi atlar bozkırda amansız bir yarışa tutuşacaklar, yazdıkça yazacağım. Hatta bir de anne romanı var, o atları izliyor. Çekilsem bir… Çekilemiyorum. Dünyanın tam ortasındayım sizin gibi. Sadece kitaplara eğildiğimde ve yazarken, biraz da dua ederken kopabildiğim bir dünya bas bas bağırıyor yanımda. Evet, o dünyanın sesini duyacak olan asıl ben değilim. Derde çare olması gerekenler. Tutup, yaklaşıyor yaklaşmakta olan, demeyeceğim. Zaten yaşama gelerek yaklaşan çoktan yaklaştı. İçinde çileyle, acıyla, hüzünle; teselli gülümsemeleriyle, neşesiyle, katlanma gücüyle geldi. Ve belki ölünce rahatlayacak birçok insan. Teselli bu dünyada değil. Bu dünya, kafamız kadar, gözümüz kadar, gönlümüz kadar, kabul edin; cebimiz kadar.

Sana ne anlatacağımı bilmiyorum. Ama bir ders sırasında on üç yaşında bir çocuğun ağzından Oğuz Atay’ın ya da Cahit Zarifoğlu’nun hikâyelerini dinlerken sustum ve ferah bir bozkır hayali kurdum. Kimsenin kendini satmadığı bir dünya hayal ettim…