Bir ayna bulmak ve aynada biz olmayan bizin izdüşümü ile konuşmak. İnsanları yargılamadan, sorgulamadan ve mahkûm etmeden bir aynada kendinizle konuşun. Son bir asrın kimliği ile değil. Bin yıllık kimliğinizle. Altı asırlık Osmanlı kimliğinizle hesaba çekin kendinizi. Vatandaşlık, vatan için ölmek, ortak coğrafya, jeopolitik (…) aidiyet ifade eden ne kadar güncel kelime, kavram, terim varsa aynadaki sizle sorgulayın.

1071’de Malazgirt’teydik. Alparslan’la ve onun yiğitleriyle omuz omuza savaştık. Kimimiz Ermeni, kimimiz Kürt, kimimiz Hıristiyan Türk olarak ordaydık. Bir toprağı vatan edinmenin yolculuğuna çıkmıştık. Göç ediyorduk ve yolumuza örülen duvarları yıkarak ilerliyorduk.

Bursa başkent olduğunda Çanakkale üzerinden Rumeli’ye demir attık. Balkanlarda Hristiyan Türk kavimleriyle, Boşnaklarla, Slav, Sırp, Yunan, Bulgar, Makedon ve Arnavutlarla komşu olduk. Anadolu’dan yerleşimciler taşıdık o topraklara. Dervişler dergahlarının duvarlarını manastırların duvarlarına bitiştirdiler. Bu coğrafyanın çocukları Selçuk Devleti’nden itibaren insanları inanç, dil ve yaşama biçimlerine göre değil: sadece insan oluşlarına göre değerlendirdi. Ekmeğini, suyunu, bağını ve bahçesini paylaştı. Dertleriyle dertlendi; çocuklarını emanet etti, çocuklarını emanet aldı. Sütü olmayan annelerin çocukları, etnik ve dinî kimliğine bakılmaksızın sütü olan annelerin sütüyle beslendiler ve süt kardeşleri oldular bu topraklarda.  

Anadolu içlerinde Rumlarla komşu olduk, Ermenilerle de. İbadethanelerinin yanına mescitlerimizi inşa ettik. Çan sesi ile ezan sesi birlikte yankılandı sokaklarda. Sonra İstanbul’u fethettik ve yerleştik. İstanbul, Hıristiyan Ortodoksların dinî merkeziydi, statüsüne müdahale etme yerine daha da güçlendirildi ve statüsünü hâlâ koruyor. Sonra Endülüs’te zulme maruz kalan Yahudiler gelip yerleştiler topraklarımıza. Macaristan’a, Selanik’e, Edirne’ye, İzmir’e, İstanbul’a. Medine’de tanıştığımız ve birlikte yaşama tecrübemizi Maveraünnehir, Kudüs ve Endülüs’te tecrübe ettiğimiz Yahudiler, İspanyol zulmünden kaçarak Osmanlı topraklarına geldiler ve birlikte yaşama mesaimizi başka bir boyuta taşıdık.

Bu anlatılara konu insanlar Hint Yarımadası, Yemen, Arabistan, Mısır, Suriye, Irak, İran (Büyük Selçuk Dönemi), Kuzey Afrika, Kafkasya, Balkanlar, Viyana sınırına kadar tek bayrak altında vatandaştılar. Vergi veriyorlardı, askerlik yapıyorlardı, yönetimde vazife alıyorlardı. Sonra Devlet-i Aliye küçülmeye başladı. Coğrafyanın sıkıştırılması Fransız Devrimi ile gelen milliyetçilik dalgası Osmanlı ve Avusturya-Macaristan gibi çok-uluslu, çok-kültürlü imparatorlukları heterojen tebaalarını bir arada tutacak yeni kimlikler üretmeye zorluyordu. Osmanlı’da birlikte yaşama iklimini kökünden sarsan ilk kopuş Yunanlıların 1832’deki kopuşuydu. Bu kopuşla Osmanlı coğrafyası Türkçü-ırkçı-milliyetçi reflekslerini yürürlüğe koydu. Yangının yakıcılığı içeriden Arap, Rum, Ermeni, Kürt (…) kimliklerine mensup olanları tutuştururken; dışarıdan da büyük göçleri besliyordu. Kafkaslar ve Balkanlar’da yürürlüğe konulan zulüm birlikte yaşama ideallerini ortadan kaldırıyordu.

Yıkılış dönemine yakın devirlerde Macaristan ve Polonya’dan göçmen kabul etmiş bir milletin, çağı ırkçılık ve fanatizme teslim olarak insanlığa ihanet etmesi anlaşılır gibi değil. 20. asrın zalimleri Kuzey Afrika, Maveraünnehir, Kafkasya ve Balkanlar’da beş yüz yıllık ortak coğrafyamızı işgal ederek barış iklimini huzursuzluk tufanında berhava ettikten sonra, bütün güçleriyle tarihin tanıklık ettiği en büyük deniz gücüyle İstanbul’u işgal etmek üzere Çanakkale önlerine demir attılar. Vatan savunması için seferberlik ilan edildi. Bosna Hersek’ten, Kafkaslardan, Yemen’den, Trablusgarp’tan, Suriye, Filistin, Ürdün, …ve Irak ile İstanbul Rumlarından insanlar Çanakkale’de İstanbul’u, ortak vatanı savunmak üzere saf tuttular. Çanakkale şehitliği vatanın kimlik cüzdanı olarak tarihi belge niteliği ile orda duruyor. Irkçı ve ötekileştirici, pagan cehaletine mensup akademik unvanlı cahilleri şehitliklere gidip her bir mezar taşını ayna olarak kullanmasını öneriyoruz.

Evet, Türkiye göç alıyor. Ülkelerinde huzur, can güvenliği, nefes alma imkânı kalmamış insanlar gelip yaşamanın, barışın limanında barınmaya çalışıyor. Bu coğrafya hep mazlumların sığınağı oldu. Cumhuriyet döneminde Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya … başta olmak üzere hep misafir kabul ettik, gelenleri. Afganistan, Irak, Çin ve diğer pek çok ülkede mağdur edilenlere kapılarımızı açtık. Özbekistan ve (Türkçenin farklı lehçeleriyle konuşan) diğer Orta Asya ülkelerinden gelip ülkemize yerleşenler oldu. Halen ülkemizde Cezayir, Tunus, İran, Ermenistan, Ukrayna, Romanya ve pek çok Afrika ülkesi vatandaşı insan -izinli veya izinsiz- Türkiye'de yaşıyor ve çalışıp geçimlerini sürdürmeye çabalıyor.

Bir örnek olması için seksen bin civarında Ermenistan vatandaşının Türkiye'de kaçak olarak çalıştığı ve bu duruma Türkiye makamlarının göz yumduğu biliniyor. Afganistan'dan on binlerle ifade edilen kişi de Türkiye'ye sığınmak zorunda kaldı. Yemen ve Suriye'de on yılı aşkın zamandır devam eden iç savaşlardan kaçanların mesut – mutlu hayatlarını bırakıp geldiklerini mi sanıyorsunuz? Irak’tan kaçanlar ABD’nin kurduğu huzur ikliminden mi kaçıyorlar? ABD’nin Afganistan’a götürdüğü huzurun mağdurları mıdır ülkelerini terk edenler?

“Vatandaşlık” vurgusu ile gönül dünyalarını ve vicdanlarını rahatlatmak isteyenler bilsin ki Yemen, Suriye, Mısır, Irak, Libya, Tunus ve Cezayir coğrafyalarındaki halklarla dört yüz-beş yüz yıl aynı vatanın ve aynı inancın insanları olarak birlikte yaşadık, birlikte sefere çıktık, birlikte yaralandık, birlikte ağladık, birlikte öldük. Yukarıda Çanakkale örneğinde o diyarlardan -Balkanlar'dan Bağdat'a, Bingazi ve Filistin'den Anadolu ve Kafkaslara kadar bütün cephelerde kan ve can veren Müslümanlardan sadece İstanbul / Edirnekapı Şehitliği'nde de -rüyalarında bile görmedikleri- Müslümanların başkenti İstanbul'u savunmak için gelen ve can veren, şehit düşen on binlerce mezar var. Yüz yıllık kimliğe sığınıp vefa duygusunu, aidiyet birikimini yitirenlerin bunu anlamaları mümkün mü? Coğrafi sınırlar gönül ve vicdanları sınırlıyorsa insanlık ve insanlar büyük kayıpların girdabındadır.  

Ukrayna'da yaşanan felaketin mağdurlarından yetmiş- yetmiş beş bin kişinin -Avrupa’nın beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü diye kabul ettiği altı - yedi milyona inat- Türkiye'ye sığındığı kayıtlara geçti.

Avrupalı fanatiklerin Müslüman dünya ve Afrika’dan gelen göçmenlere uyguladığı ırkçı ve dini anlayışı benzeri ile gerçekleştirmeli miyiz? Hristiyan oldukları için Ukrayna göçerlerini, farklı inançlara mensup oldukları için Ezidîlere zulmettiğimizde mutlu mu olacağız? Müslümanların ırkçı anlayışa ve dinî fanatizme teslim olma ayrıcalıkları yok.