İnsanlar bilinçli ya da istemsiz şekilde geleceğini düşünür. Onu nelerin beklediği üzerine kafa yorar. En temel ihtiyaçları üzerine yeri geldiğinde telaşlanır. Zaman zaman karamsar olur bazen de ümitlenir.     

Yakın ve uzak tecrübeleri insana hep bir şeyler öğretir. Öyle ki bu tecrübeler gelecekte muhtemel olanları da ona açar.   

Bu yaşanmışlıklardan ders alarak yeni ufuklara yelken açmak ve geleceği doğru inşa etmekte, aynı hatalara düşerek geleceği karartmakta insanın kendi tasarrufundadır.   

İnsana sadece kendi iyi niyetiyle gösterdiği çabaların karşılığı verilir ya da hoyratça tükettiği hayatın sonucu ona bırakılır.

Hayata dair ümitli olmak gerekir, ümidini kaybedenin her şeyini kaybettiği de doğrudur. Fakat suni sütunlarla inşa edilmiş, duvarları sadece hülyalarla örülmüş bir gelecek öngörüsü aldatıcıdır, felaketi engellemekten uzak olduğu gibi tehlikeyi görmeye de mani olur.    

İnsanoğlu “hayatta kalabilmek” için güç ve şiddet kullanır. Beslenme, barınma, güvenlik gibi en temel ihtiyaçları onu farklı arayışlara sevk eder, birçok yöntemi uygulamaya onu mecbur eder.  

Böylelikle kendi geleceğini mahveder, bedelini ödediği ve maruz bırakıldığı hayatın sebebinin aşırı hırs, tamahkârlık ve bencillik olduğunu ise pek umursamaz.

Felaketler insanın hep imtihanı olagelmiştir. Deprem, sel gibi doğa afetlerinin yanı sıra salgın ve hastalıklarda insanlara geçmişte hep zarar vermiş, nüfusların kırılmasına neden olmuştur.  

Çevreyi hoyratça tüketen, böylelikle iklim ahengini şirazesinden çıkartan insanoğlu en büyük kötülüğü yine kendisine yapmaktadır.

Uslanmayan insan kendisinin doğrudan etkili olduğu sorunları da üretmeyi bilmiştir. Böylelikle kendi sonunu getirmeye çabalar hale gelmiştir.  

Günümüz toplumlarının nasıl bir gelecek beklentisine sahip olduğu bir meçhulden ibarettir. Belirsizlik karamsarlık üretmiş, “anı yaşama” tüketmeyi tetiklemiş ve gerçek ihtiyaçlar egoizmle ötelenmiştir. Toplumların huzuru kaybolmuş, mental ve ruhsal/manevi yok oluşla birlikte fiiliyattaki kayıpta yakınlaşmıştır.   

İnsanın başına yine kendisi tarafından açılan felaketler katlanarak artmıştır. Pandemi ve yaşanan savaşlar ölümlere neden olmuş, süreçlerin bize öğrettikleri geleceğe dair ümitlerimizi de yaralamıştır. O dönemlerdeki sınırların kapatılması, mültecilerin kovularak ölüme terk edilmesi, maske ve aşı savaşları vb. insanın yapabileceklerini bize acı şekilde hatırlatmıştır.   

Savaşlar sebebiyle milyonlarca insan zorla yerlerinden edilmiş, göç yolunda hayatlar kaybedilmiştir. İyilik ve merhametten mahrumiyet ‘sadece bu dünya için yaşam’ ile harmanlanmış, bencillik çarkı işlerliğini sürdürmüştür.

Bireyselliğin çözüm olarak sunulduğu günümüzde menfaat uğruna hiçbir sınır gözetilmiyor ve şiddet araçsallaştırılıyor. Hırsla gücü elde etmek erek haline getiriliyor. Daha fazla sahip olmak övgü görürken diğerkâmlık değersizleştiriliyor.

Asırlardır devletler güvenlikleri için güç peşinde koşuyor, bu da ironik şekilde tehdit algısını meydana getirerek diğer devletlerin güvenlik kaygılarını artırıyor. Günümüzdeki Ukrayna Savaşı’da, 2500 yıl önceki Atina’daki Peloponez Savaşı’da aynı sebeplere dayanıyor. Gücünü artıran Atina tehdit görüldüğünden diğer şehir devletleri tarafından savaş ilan edilmişti.  Son iki büyük dünya savaşı da aynı saiklerden beslenmişti.

Bugün de Karadeniz kıyısında aynısı yaşanıyor. NATO’nun kendi sınırlarında güçlendiğini ve tehdit haline geldiğini düşünen Rusya, dünyanın özlemini duyduğu barış ortamını insanların elinden alıyor. Binlerce yıl geçse de aslında insanın hikâyesi değişmiyor.