Yerinizden memnun musunuz?

Bulunduğunuz yer kendinizi yaşayabildiğiniz bir yer mi?

Ataullah İskenderî’nin dediği gibi, “Bulunduğun yer, konuştuğun insanlar sana feyz vermiyorsa durmaya mani olan ne?” diye sorduğunuz oluyor mu kendinize?

Yerini bulan ağaçlar ve çiçekleri seyrettiniz mi hiç? Yerini bulan bitkilerin nasıl coştuğunu, nasıl da kendini gösterdiğini gördünüz mü hiç?

Yer ve yerlilik arasındaki o görünmeyen ama muhteşem bağ sayesinde yerli olanın ne kadar da kıymetli olduğunu fark ettiniz mi hiç? Bir yerde yaban gibi durmak, ilişmek, kenarda kalmak, uçuruma yakın olmak, yersizlik, iğreti kalmak(…) bunların hepsi insanı güdükleştiren haller. Acıyla besleniyorsanız yaban olmak, yalnız olmak, yerine yakışmamak evet, besininiz olabilir. Ama insan kanıyla, canıyla, ruhuyla bir yerlere ait hisseder kendini. Mesela öldüğünde kimileri kendini Karacaahmet Mezarlığı’na, kimi köyündeki mezarlığa, kimi Anadolu’da bir yol kenarında çeşmenin yanındaki söğüt ağacının altına gömülmeyi uygun görür. Oraya ait olduğunu hisseder. Kimi de tıp fakültesinde derste kadavra olarak kullanılmak isterken, kimileri de isimsiz bir mezarda, kimsesizler mezarlığına gömülmek ister sessiz sedasız… Hayat böyledir. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Hatta nasıl yaşamışsanız öyle ölmek için uğraşırsınız. Sanki cenazeniz omuzlarda giderken tüm tanıdıklarınızı orada görecek, gelmeyenlere hesap soracakmış gibi, ölümden sonrasına zihniniz geçmez. O bitiş anına, defterinizin dürüldüğü ana bilinciniz pek ermek istemez. Bu sebeple işte; bilinç toprak arar, nefes arar, varlığını serpeceği, zulasında olanı ortaya çıkaracağı bir tarla, bir alan, bir sofra arar.

Bir ırmak kıyısında yürürken, bir mescidin kenarına oturup o uhrevi yalnızlıkta âlemin cümbüşünü izlerken, bir yolun sonunda özlediğiniz yere varacak olduğunuzu düşünürken, bir parkın kenarında yürürken çocukların o neşeli sesleriyle çocukluğunuza doğru yol alırken, ilk kez gittiğiniz lunaparkın yanından yıllar sonra geçerken(…) bir yerler vardır mutlaka insanın içini sakinleştiren, coşturan, gönlündeki ortaya koyan, yüzündeki maskeyi çıkarmaya sebep olacak kadar içten bir yerler. Kendimiz olduğumuz bir yer… O yer, postmodern zamanlarda çok içeri çekildi. İçeride bir yer. Sanki hepimiz hapisteyiz. Ya da yerini yadırgayanlar içlerinde bir gül bahçesi kurdukları zannıyla içlerinde bir cennet taşıdıkları yanılgısıyla yaşıyorlar. Oysa yer gerçektir. Koku gibi, baktığımız nesnedeki güzellik gibi, meyvedeki tat gibi gerçektir. Evet, geçicidir. Sanki biz kalıcıyız da! Geçici olanlar içerisinde geçmeyen bir şey var ki o da mekânın insana benzemesidir. Bu sebeple olsa gerek Yunanlar bunun için de bir ifade bulmuşlar: Topos-phılıa yani ‘topophılıa’, yer sevgisi. Bir yere karşı hissedile güçlü duygular. Bunun zıttı da aynı kavram içerisinde, bir mekânın sizde meydana getirdiği iticilik, kökenleri… Duygusal yakınlık ya da uzaklık duyduğumuz mekânlar için kullanılan bir kavram.

Anadolu’da bir dağ var: Buzluk. Onu görebildiğim her yer beni mutlu, sakin, huzurlu kılıyor. Bir de küçük mescitler. Eğer sokak ya da cadde derseniz, seksenli yıllarda yapılan üç katlı apartmanların olduğu lojman-siteler. Tabii etraflarında ya da bahçelerinde ağaçlar olacak… O sitelerin kenarında yürürken on yedi yaşında oluyorum. Belki de ilk aşkla ilgili. Ama dönelim hepimizi ilgilendirene…

Yerimizi bulduk mu? Yoksa, sürekli saksı değiştirir gibi güdükleşmeye devam mı ediyoruz. İçimizdeki tohum çürüsün diye, idare edecek yerlerde, idareten mi yaşıyoruz?.. İdareten yaşasak da gerçekten öleceğiz!” Aman yerinize sahip çıkın!” diye ünlüyorlar ve ilk kaptığımız yerde duruyoruz sanki. Var olamayacağımız, maskeli bir hayat, gizli bir kimlikle yaşayacağımız bir dünya kuruyoruz sanki… “Bir kuş kafes aramaya çıktı” diyordu şair. Kafes aramaya çıkmış kuşlar gibiyiz biraz. Bir ağaç, bir kayalık, bir yuva değil de kafes arayan kuşlar gibiyiz. Oysa ben mesela Medine’de, çocukluğumun şehrinde, sokaklarında insanların birbirine selam verdiği sakin bir mahallede, çalışmanın hiç bitmediği, tarlaların ekildiği, seraların kurulduğu bir yerde sanki daha fazla ben olurmuşum gibi geliyor. Daha az olmak için elimizden geleni yapıp daracık yerlerde, azıcık bir hayat yaşıyoruz. Dualarımız, ibadetlerimiz, sevaplarımız, günahlarımız, sözlerimiz, sevgilerimiz, düşlerimiz, düşüncelerimiz bile azıcık. Para ve hırsta daha fazla, kırmada ve yakmada ve öfkede daha fazladan korkamayan insanlar nedense kendini insan kılacak, derinleştirecek, diriltecek, güzelleştirecek şeylerde azıcık olana kanaat ediyorlar.

“Gidecek yer yok!” dediler ve inandık. Oysa, gideceği yeri bilenlerin o yere gitmediği bir dünyadayız. Yerliler, çok yersiz hareket ediyorlar. Ya da artık yerli olmadıklarına inanmalılar!

Oysa ne çınarlar, ne gürgenler, ne muhteşem ağaçlar var aramızda; cümbür cemaat dümdüz kavaklar gibiyiz.