"Tanrı, benimle ne kastetmiş olabilir?"

Peygamberimize (sav) hakaret eden karikatürist de; imana saldıranlara haddini bildirip, Hz İbrahim’i (as) ruhuna nakşeden filozof da aynı kentten, Kopenhag’dan çıktı.

Danimarka ürünlerini boykot ederken aklımıza gelmiş miydi bilmiyorum Kirekegaard diye bir adam vardı ve Kopenhaglıydı. Yani boykotla Kierkegaard’ın ne alakası var şimdi? Şöyle bir alakası var; Kopenhag’dan her dem Müslüman düşmanı çıkmaz. Hele ki Hegel akılcılığına “doğudan” esaslı eleştiriler gelmediği vakitlerde dahi Kopenhaglı bir düşünür “imanî” cevaplar vermişti. Bu ayıp bizim, diye bir kenarda sızlanmayacağım. Zira, yapılan Batı düşüncesinin tamirat çalışması olmaklığından, Şarkî cenahın Hegel’e veryansın etmedik diye içerlemesine gerek yok.

Soren Kierkegaard; düşünür, yalnız, kadınlardan ölümüne korkan ama bir kadına olan aşkından baştan çıkarıcılık üzerine en afili sözleri eden, Kopenhag’da kavgalı olmadığı bir adem dahi olmayan, baba parasıyla yaşamış, yürümek adlı bir eylemi ömrünce şiar edinmiş bir garip adem yaşadı bir vakitler Kopenhag’da.

Hz. İbrahim’in (as) kurban farizasını yerine getirmek için bıçağını eline aldığı ‘an’ı akla vurmanın ne kadar abes olduğunu Korku ve Titreme adlı o enfes eserinde anlattı. Kant’ın “İnsan yapar!” sözüne adeta “Allah izin verirse insan yapar” şiarıyla nazire yaptı.

Her kitabında nedendir tam olarak anlaşılamamıştır, farklı isimler kullandı. Tek başına bir gazete çıkardı ki bu açıdan Ahmet Mithat Efendi’ye benzer. 1800’lü yılların o sanayi toplumuna geçiş, ideolojilerin çarpışma, düşüncelerin harmanlandığı canhıraş yıllarında dingin ama kavgalı bir halde çıktı sahneye.

Kopenhag soğuk ve gri idi. Bu soğukluk içerisinde hırçınlaşan bir adam vardı. Bu adam yaklaşık yedi yıllık nişanlısından ayrılmıştı ama hastalık derecesinde de âşıktı nişanlısına. Öyle ki kendi ayrıldığı halde, tekrar birleşecekleri günü mahşer günü gibi bekliyordu. Yazı, nişanlının tümden gitmesi, kendisine bir yuva kurmasıyla baraj sularının boşalması gibi aktı adeta düşünürün elinden kâğıtlara. Öyle ki öldüğü otel odasından 7500 sayfalık dünyanın en absürt, en imanlı, en delirtici günlüğü çıktı.

Existansiyalizm/Varoluşçuluğun babası olarak bilinen Kierkegaard bilhassa yirminci yüzyıl Fransız düşünürlerini çok etkilemiştir. Hatta varoluşçuların iman’ı reddetmelerine rağmen ölene kadar Kierkegaard düşüncesiyle kavgalı oldukları görülür eserlerinde. Mesela Sartre'ın Varlık ve Hiçlik’i bu duruma en açık örneklerdendir.

Rahatsız bir adamdı Kierkegaard. Bu rahatsızlığın sebebine; rahatlığın batmasından, baba parasıyla yaşamasındandı, diyenler de var. Ancak, baba parasıyla yaşayan bu adam eğlenceyle bitirmemiştir hayatını. Hegelcilik adı altında yürütülen “iman düşmanlığına” bazen en alaycı bazen de en sunturlu cevapları yazmıştır.

Korku, umut, yalnızlık, etik Kierkegaard’ın vazgeçilmezlerindendir. Basit bir şekilde, “Bizim yerimize İsa Efendimiz acı çekti; tanrı bizi affeder!” deme kolaycılığına ve Hıristiyan kolaycılığına kaçmamış ve “inanmanın” eylem olarak sorumluluk almak ve “kaygı” ile yaşamak olduğunu vurgulamıştır. Bu açıdan bakıldığında bizim “Müslüman, çağa ve insanlara karşı sorumludur” anlayışına yakın durmuştur. Ama şu var ki; Kierkegaard ülkemde yaşıyor olsaydı Mustafa Sıbai Efendi ayarında bir âlim olurdu. Lakin ülkemin çağdaş zamanlarında yaşıyor olsaydı bir “yobaz” olmaktan kurtulamaz, hatta nişanlısına olan aşkından dolayı da epey kınanırdı. Öyle ya Hegel’e ve modernizme laf atmak kimin haddine?!

Korku, ‘iman’ı -ister olumlu ister olumsuz olarak düşünün- tetikleyen bir ruh halidir. Tabi şunu da diyebilirsiniz: Rabbim imanı dilediğine verir! El hak, doğrudur. Lakin kulda korku olmadıktan sonra iman yerleşecek kalpte bulamaz!

Sanal sözlük yazarları ya da Kierkegaard için portre yazanlar üzerine fazla gitmezler. O’nun eğlenceli, mizahi dili zannedersem hoşlarına gitmektedir. Ancak, iman ve akıl kapışması bahsine geldiklerinde ya laf atıp çekilmekte ya da bu durumunu görmezden gelmekte “varoluşçu” yanına vurgu yapmaktadırlar. Keyifleri bilir.

Ancak bildiğimiz bir şey var ki o da; Kierkegaard ve Pascal Batı Düşünce Tarihinde ayrı ele alınacak, “ne yapacağız şu gevurları?!” demeden sözlerine kulak asılacak kişilerdir. Hatta Nietzche de Kierkegaard ile çağdaş olmakla birlikte “deli deliyi görünce sopasını saklarmış” kavlince birbirlerine dokunmamışlar ve bir nevi “hakikati arama yolunda” olduklarını bilmişlerdir. Adı anılan her üç filozofta bir şekilde hasta düşmüşlerdir. Onlar için dua etmeye el açmış değilim. Şu var ki; Kierkegaard Kopenhaglı Sokrates olarak haklı bir isim almış, Hegelcilik’in karşısında durmuş, 20. yüzyıl düşüncesine “imanî” katkılarda bulunmuş, ülkem halkının ise o’nu tanıyanlarının çoğu tarafından “kız tavlama rehberi” olarak algılanmıştır.

Dünya ile savaşan dünyayı; şeytan ile savaşan şeytanı; Tanrı ile savaşan Tanrı’yı kazanır.

Dünya ile savaşan dünya kadar, şeytan ile savaşan şeytan kadar; Tanrı ile savaşan Tanrı kadar büyüktür!” sözü şerh isteyen bir söz olduğu kadar tasavvufi dile hakim olanlar bu cümledeki hikmeti de kavrarlar kanaatindeyim.

Ayrıca; “Dikkat edin; insan saç uçlarından başlayıp, tırnak uçlarında bitmez!” diyen de Kierkegaard’dır. Tabi az buçuk okuması olan, biraz da düşünen her adem ve adem kızı bu cümleyi söyleyebilir. Ancak bu sözü söylemekle bu sözün anlattığını yaşamak ayrı haller olsa gerek. Dikkat edin, insan klavyeye basan parmak uçlarında bitmediği gibi; nasıl yaşarsa öyle ölür ve neyle iştigal ediyorsa onu kazanır!

Kopenhag soğuk ve gridir. Boykot edilmeyecek güzellikte eserler vermiş bir filozof çıkabilmiştir o kasvetli kentten! 

Ve gelelim asıl soru ve asıl yaraya: "Tanrı, benimle ne kastetmiş olabilir?" Kierkegaard'ın bu sorusu, Allah beni neden yarattı, sorusundan daha vurucu bir soru olsa gerek ve günde beş vakit sorulsa yeğdir. Zira, sorunun kendisi bile insanı aziz kılıyor.