Yüreği Allah aşkıyla dolu, ebedi hayat hedefinde olan ve bu uğurda gözünü budaktan esirgemeyecek bir gençliğe ihtiyacımız var. Dünyevi meşgalelere kapılmadan Allah yolunda çırpınan bir gençlik… Şeriat yolunda ilerlemiş, hakikat elbisesini giymiş, marifet örtüsüne bürünmüş, bu güzel davayı insanlığa ulaştırma çabasında bir gençlik… Allah Rasül’ünün yetiştirdikleri Ashabı Suffe misâli dünyanın öbür ucuna bu mânâları taşıyabilecek, ayetlerde müjdelendiği gibi Allah yolunda hicret ve cihad eden bir gençlik…

Yarım olur yoksa bütün gayret ve çabalar onlarsız. Akamete uğrar gider. Bunu iyi bilmeli Hak yolun yolcuları. Emek vermeli onlara. Yetiştirilmeli “gençlik merkezlerinde.” Tıpkı Büyük Doğular ve Dirilişler gibi. Çınaraltı’larında okumalılar onlar. Güzel adamlar yetişmeli yeniden. Bu davaya ruh verecek erdemli gençler ve geleceğin önderleri olmalılar. İkbali, Allah ve Rasûlü sevgisi olmalı daim onların… Gece gündüz demeden bu yolda yürümeliler. Dünya sevdasına kapılmamalılar. Alınlarının teriyle kazanmalı, başkalarına muhtaç olmamalı ama kanaat zengini olmalılar. İşte budur asıl servet ve nimet.

NE OLDU SENİN DÂVÂN?

Ey dünyanın geçici heveslerine kapılan insan! Ne oldu senin dâvân? Unuttun mu yoksa onu? Ne yaptın? Dünyalıklar arasında mı kaldı? Yoksa sende mi oralarda kaldın? Âh, bir zamanlar en önlerdeydin. Heyecanın göklerdeydi. “Hak Yol İslâm Yazacağız” diye haykırırdın. Ne oldu o haykırışlara? Yoksa kapıldın mı dünyaya? Bilemedin mi onun nicelerini öğüttüğünü? Hani Allah ve Rasûlü hep uyarmıştı ya! Ne oldun? Yoksa dünya zengini mi oldun? Ne yapacaksın onları? Yoksa sattın mı dâvânı? Kaça sattın? Neye sattın? Niye sattın? Dünya heves ve makamları satın mı aldı seni? Nerelere gitti o heyecanların? Âh, ne kadar yazık ettin kendine! Hem de çocuklarına ve nesillerine! Bir de dâvâna ve memleketine! Âh, çok yazık sana! Neden bir araya gelmek yok? Neden bir zamanlarda ki gibi peynir ekmeğe kanaat etmek yok? Neden hep her şeyin en iyisi var aklında? Yoksa onları götürecek misin ahirete?

HAYDİ KALK!

Yaman bir çelişki var ne yazık ki… Değişimler hayret verici. Oysa kendimiz gibi yetiştirecektik nesillerimizi. Bize ve onlara ne oldu?

Haydi! Kalk ve şahlan! Yeniden davran! Diril hele! At üzerinden ağırlıklarını. Bak kendine ve yavrularına. Yeniden dön dâvâna. Yeniden yaşa o hakikatleri… Daha ölmedin. Kefene sarılmadın. Toprağa konmadın. Daha gelmedi melekler. Daha sorguya başlamadılar. Haydi, Kur’an ve Sünnet’e sarıl! Olsun yüzün parıl parıl! Açılsın ufuklar önünde. Allah ve Rasûlü yönünde. Bırak şu hevesleri artık.

Şimdi uyanış vakti. Kucaklaşma vakti. Düşmanları üzme vakti. Kaybettiğimiz değerleri yeniden bulma vakti. Yürek yakan acılardan kurtulma vakti. Özünü kaybetmiş nesilleri yeniden kazanma vakti. Edep, hayâ ve iffet vakti. Durma haydi ey dâvâ adamı! Yeniden başla bu kurtuluş harekâtına.

TAKVA EHLİ İNSAN

 “ALLAH nezdinde en değerliniz, ALLAH’tan en fazla korkanınızdır.” (49 Hucurât 13)

İslam toplumunda insanları tartan biricik terazi: TAKVA’dır.

Üstünlüklerini belirleyen yegâne ölçü birimi yine; TAKVA’dır.

Kur’an-ı Kerim de, en başında o takva sahiplerinden bahsetmiyor mu?

“Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla;

1-Elif, Lâm, Mîm.

2-İşte o kitap, bunda şüphe yoktur. Takva sahipleri için hidâyetin tâ kendisidir.

3- Onlar ki, ğayba iman edip namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.

4-Ve onlar ki, hem sana indirilene iman ederler hem de senden evvel indirilenlere inanırlar. Âhirete de kesin olarak inanırlar.

5-Bunlar, işte Rablerinden bir hidayet üzerindedirler ve işte bunlar, o felaha erenlerdir.” (2 Bakara 1-5)

Zira onlar Allah’u Zü’l-Celâl’in sevgisini ister:

“-Muhakkak ki ALLAH, takva sahiplerini sever.” (3 Âl-i İmran 76)

O halde Genç İnsan;

O takva sahiplerinden olmaya bak!

EN GÜZEL TERBİYECİ

Terbiyecilerin en güzeli, Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizdir…

O’nun yetiştirdiği mümtaz talebeleri bambaşkadır…

Ne arzu, ne iştiyak ve ne de bitip tükenmez azim ve gayret vardır onlarda…

İşte o Ebu Hureyre’ler ki, orada yetişti. Ebû Zerr el-Gıfârî, Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i-Rûmî de onlardandı. O derme-çatma binada. Önemli olan mekân değil, muallim ve müteallimdi. Öğretmen ve öğrenci idi. O eşsiz ruh yapısı idi. Onu ne zaman kazanırsak, yeniden dünya ve ahireti kazanacağız demektir.

Allah Rasûlü (sav) Efendimi’zden bu terbiyeyi alan güzel insanlar da, başka mekânlarda kurmuşlardı Ashab-ı Suffe dergâhlarını. Birer meş’ale olmuştu her biri bulunduğu mekânda. Semerkand’da, Buhara’da, Taşkent’te, Anadolu’da ve daha nice yerlerde.

Bu çerçevede yetiştirmişti Ahmed Yesevî erenlerini. Anadolu’ya gönderdiği bu alperenler, gönüllerde taht kurmuşlar, İslâm’ın özverisini, vefasını ve fedakârlığını bizzat göstererek, gönül köprüleri kurmuşlardı insanlar arasında.

Ne zaman ki irfansız bir ilim kaldı İslâm diyarlarında; ne zaman ki medreseler, tekke ve dergâhlar ilmin yanında bir irfan mektebi olmayı terk ettiler; işte o zaman felâketler yağmaya başladı bu ümmete. Zira kuru bir lakırdı kalmıştı dillerde. Gönüller berraklıktan bulanıklığa dönmüş, sözler fiiliyata geçirilmez olmuştu. Hâle yansımayan hiçbir ilmin asla faydası olmayacaktı. Artık dünyevî istek ve arzular uhrevî gayretlerin önüne geçmiş, dünya süsü insanı aldatır olmuştu.

ÂLİMLER ÂRİF DE OLMALI

O halde yaşadığımız şu çağda, Ashab-ı Suffe misâli nice dergâhlara ihtiyacımızın olduğu asla unutulmamalıdır. Zira bunlar, kâl ile hâl’in birbirine uyum sağladığı, ilmin tatbîkat sahasına geçirilerek âlimliğin yanında ârifliğin de hissedildiği, özel mekânlardır. Zira ârif olmadan âlim olmanın bir kıymeti yoktur. Evet, Meleklerin gıptayla baktığı meclislerdir oralar.

Çünkü gurur yoktur; tevazu vardır. Kibir yoktur; acziyyet vardır. Sertlik yoktur; yumuşaklık vardır. Cimrilik yoktur; cömertlik vardır. Gönüllerde Hakk vardır; zıddı yoktur…

O gönüller ki; nefsin terbiye ve tasfiyesi ile meşgul olmuş, Allah Rasûlü  Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in sünnetleriyle bezenmiştir.

Onlar ki, ümmetin öncüsü olan nice Hacı Bayram Veliler ve Fatihler yetiştirmişler ve fetihlere vesile olmuşlardır.

Onlar ki, Ebu Eyyub el-Ensari’yi keşfeden Akşemseddin’ler misâli, Allah’ın kendilerine bahşettiği ikramlarla Ümmet-i Muhammed’e hizmete koşmuşlardır.

Evet, onların her birisi bir gönül doktorudur. Gönüllerin manevî hastalıklarına reçeteler sunan, onlara Allah muhabbetini aşılayan hekimlerdir onlar.

ŞİMDİ NE KADAR DA MUHTACIZ O GÖNÜL DOKTORLARINA…

Asrın getirdiği onca çeşit dert, tasa, stres ve gama neşter vuran gönül doktorları lâzım bu ümmete.

Dünyalığın zirvesine varmış insanların bunalmış kalplerine, imanın aşk ve muhabbet aşısını vuracak gönül erlerine, Hakk erenlerine muhtacız.

İşte onlar da bu dergâhlarda yetişiyorlardı. Alaaddin-i Attar, Abdülkadir-i Geylanî, Şah-ı Nakşibendî, Maruf-u Kerhîler; Mevlanalar, Yunuslar, Hacı Bayram-ı Velîler, Aziz Mahmud Hüdâîler, Hacı Veyis Zâde’ler misâli…

Rabbimiz önce böylesi güzel insanları yetiştirecek mürşid-i kâmiller ihsan eylesin bu ümmete. Birer takvâ abidesi olan bu Hakk dostlarına ne kadar da ihtiyacımız var.

Evet, Ashab-ı Suffe’nin ruh yapısını arıyor gözlerimiz. Rabbim o ruhun yeniden canlanışını lûtfetsin bu ümmete…

Âmin!