Dünya Kerbela’dır;  su İse Hüseyin'in elinde.

Hz. Hüseyin hakkında yazı yazılabilir mi? Deneyeceğim. 

Evet, yazılması en zor kıtallerdendir Kerbela, en zorlu ademlerdendir Hz. Hüseyin. Belki de en doğrusu, “Hayat; iman ve cihattır!” sözüne uyup peşi sıra Kerbela’ya doğru yola çıkmaktır en anlamlı olan…

Peygamber’e (sav) kucak açan, evlerini, canlarını, sevdiklerini verenlerin münevver topraklarında doğru şehitlerin ve cennet gençlerinin en cömerdi…

Yazının devamında “Peygamber’e, imamına ve halifesine ihanet edenlerin topraklarında şehit edildi” diye devam etmek mümkün. Lakin, “İnsan doğdu, acı çekti ve öldü” sözü kadar özlü bir yol seçmiş oluruz ama Hz. Hüseyin’i kelimelerin demir parmaklıklarına hapsetmekten de öteye geçmeyiz kanaatindeyim.

Peygamber (sav) secdeye gittiğinde sırtına çıkan çocuğun şehit edildiği Kerbela (kanlı toprak) hakkında yazı yazmak ne zordur!

“Gitme ya Hüseyin! Babanı, dedeni oyuna getirmek isteyenler sana da oyun oynarlar, seni yarı yolda bırakırlar” denildiği halde, gariplerin dinine inanır imam… Ki, bir Peygamber zırhını giymişse, savaşmadan çıkarmaz!” diyen, o imamın dedesi idi. O imam da, “Yola niyet edilmişse dönmek olmaz” deyip, yolan çıkan Allah’ın Garibi idi. Ve Kerbela’yı ancak garip olanlar anlatabilirlerdi. Belki de mücerret ve müşahhas halleriyle mezar bekçileri anlatabilirler Kerbela’yı; Fuzulî gibi…

Cömertlik ve bağışlama, fahr-i kâinattan hediyeydi ona; bağışlama ve cömertlik anında yüzümüzde bir Hüseyin güzelliği olması biraz da bu sebepledir.

“Eğer bedenler ölüm için yaratılmışsa; Allah yolunda kılıçla ölmek en güzelidir” diyen bir adem… Bir gün kardeşinin yanına mescide varır. Kardeşi ağlamaktadır. Kardeşinin karşısındaki kadın da ağlamaktadır. Dayanamaz, Efendimiz’in (sav) “küçük Hasan’ı” da ağlamaya başlar. Bir müddet sonra kadın gider. Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan da mescitten çıkarlar ve evlerine giderler.

Birkaç gün sonra Hasan Efendimiz: “Ya Hüseyin, rüyamda Hz. Yusuf’u gördüm. O’nu şeytanın ve kadının ayartmaları karşısındaki sabrından dolayı tebrik ettim. O da, bana gelen kadının arzusuna boyun eğmediğim ve Allah’a sığındığım için beni tebrik etti” der. Bunun üzerine Hz. Hüseyin anlar ki geçen gün mescitte gördüğü kadın arzusunun çirkinliğinden, Hz. Hasan ise Allah korkusundan ve taacübünden dolayı ağlamaktadır.

Biz de sanırım bu durumda Hz. Hüseyin’in ağlamasını “kardeşlik” kavramının kan bağıyla sınırlı olmadığı şeklinde yorumlayıp, kardeşlik hallerimizden utanabiliriz…

Medineliler, kapısına gelip “Osman gibi vururlar seni de. Onu Mushaf’ın başında öldürdüler! Gitme Hüseyin!” dememişlerdi daha... Kufe’den riyakâr mektuplar çıkmamıştı yola… Fahr-i Kainat’ın (sav) elinde bir avuç toprak vardı ve ağlıyordu mübarek gözyaşlarıyla.  Fatıma anamız: “Neden ağlıyorsun babacığım?” dediğinde, “Bu toprak Hüseyin’in şehit edileceği yerden geldi ya Fatıma!” dediğinde “ana” bir feryat kopardı ki… Yine aynı odada Efendimiz (sav), Hz. Ali ve Hz. Hüseyin vardı. Hz. Hüseyin daha altı yaşındaydı. Latifeler zamanıydı. Hz. Ali oğluna: “Benimle fazilet yarıştırabilir misin oğlum?!” dediğinde; “Elbette yarıştırırım babacığım!” dediğinde, Hz. Ali hasletlerini söylemeye başladı; bir başka ademe söylese kibir addedilecek vasıflarla… Lakin Hz. Hüseyin çok latif bir cevap verir Ali Efendimiz’e: “Baba; benim babam Ali’dir! Peygamber’in (sav) damadı  ve ilmin kapısı. Benim dedem senin dedenden daha faziletli, benim annem senin annenden daha faziletli, benim ceddim senin ceddinden daha faziletli. Ben onların evladıyım!” Bu latif cevapla ne baba incinir ne de yalan söylenmiş olur. Öyle ki faziletin özü Hz. Hüseyin’e intikal etmiştir.

Şehadetinden sonra, naaşını almaya gelenler sırtının nasırlarına bakıp bir anlam veremezler. O nasırlar, geceler boyu Medine’nin fakirlerine taşınan erzak çuvallarından kalmıştır. Kalpleri nasırlanan insanların “infak edenleri” rezil etmeye azmettiği çağlarda Hz. Hüseyin daha bir ağlamaklı durmaktadır karşımızda.

“Babacığım gitme! Bir daha su istemeyeceğiz. N’olur gitme babacığım o meydana! Götür bizi Medine’ye, düşmanlara esir etme!” diye ağlayan bir kız çocuğuna -ki o kız çocuğu Kocamustafapaşa’da Sümbül Sinan Hazretleri’nin yanında istirahat eden Sakine’den başkası değildir- bakıp: “Elveda Zeynep! Bacım, gitmeliyim dedemin yolundan… “ deyip, çocuklarını bacısına emanet edip çıkar meydana, tıpkı yıllar önce Dedesini üzen Uhud ehli gibi, “Zırhını giyen bir peygamber” nasıl savaşmadan dönmezse; torunu da yolun sonuna kadar gidecekti. Zira, dediği gibi: “Eğer ben yola çıkmazsam, bir daha kimseler zalime karşı yürümez!”

“Bir gün Peygamber (sav), Hüseyin’i (as) kucağına alarak şöyle buyurdu: “Hüseyin’in şehadeti üzre müminlerin kalbinde bir aşk vardır, o aşk asla soğumaz.”

Sonra buyurdular ki: “Babam, her gözyaşının maktulü olana (Hüseyin’e) feda olsun.”

Ey Resulullah’ın (sav)  torunu, her gözyaşın maktulü nedir? dediklerinde; “Onu anan her mümin, mutlaka ağlar” buyurdular.* Bu hadisin kuşatıcılığı olmasa, bu hadisin yürek paralayan akrabalığı olmasa herhalde Hz. Hüseyin gözümüzde bir mazlumdan öteye geçmezdi. Gözyaşının maktulü olan Hz. Hüseyin ağlayanlarını sevsin, duasıyla…

*Müstedrek’ul- Vesail, c.10,s.318